Öncekilerin Başına Gelenler

Rabbimiz Allah (Azze ve Celle) şöyle buyurur:



“Yoksa sizden önce gelip geçenlerin hâli başınıza gel­meden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara, öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda Peygamber, beraberindeki mü’minler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyordu. Dikkat edin! Allah’ın yardımı pek yakındır.” (Bakara, 2/214) 



Rabbimiz Allah, bizden önce yaşamış olan muvahhid mü'minleri, bizlere bir örnek kılmıştır... Onlar, Allah’ın rızasını kazanmak için nasıl davranmışlar ve nasıl sabre­derek kulluk vazifelerini yapmışlar ise, bizlerin de onlar gibi davranıp bizden beklenen kulluk vazifelerimizi yerine ge­tirmemiz gerekir... Onlar, katıksız iman ettiler ve imanla­rında hiçbir şüpheye düşmediler... Onlar, itaat ettiler ve itaatlarını tam yaptılar... Onlar, bütün imkânlarını kulla­narak, egemen zalim tağutlardan gelen zulüm, işkence ve eziyetin her türlüsüne rağmen imanlarından taviz verme­diler...  Onlar, mü’min müslüman kardeşleriyle öyle bir kenetlendiler ki, bir ümmet, bir vücûd oldular... Sağlam duvarın kurşunla bağlanmış, hiç kopmaz taşları oldular... Onların biri, hepsi için, hepsi birisi için olmuşlardı... Bir bilek, bir yürek idiler!..



Bu Tevhidî tavırlarıyla kendilerinden sonra gelen muvahhid mü'min nesillere örnek oldular... Dünya haya­tında izzet ve şeref üzere nasıl yaşanacağının örneğini or­taya koydular... Böylece Allah’ın rızasını kazanıp cennetin nasıl elde edileceğini gösterdiler... Onların bu örnek tavır­ları, bütün çağları kuşatıcı büyüklüktedir... Bundan dolayı asırların geçmesi ve teknolojik olarak çağların değişmesi, bu tavrın örnekliğini eskitmez ve zamanının geçmiş olmasını bahâne ederek geçersiz kılmaz!.. O, her zaman tazeliğini ve geçerliliğini korumaktadır...



Kaynak eserlerde, bu ayetin iniş sebebi olarak şu ha­berlere yer verilmiştir:



Katâde (rh.a.) ve Süddî (rh.a.) dediler ki:



- Bu ayet, müslümanlara meşakkat, zorluk, sıcak, korku, soğuk, geçim darlığı ve çeşitli eziyetler isabet etti­ğinde ve Allah Teâlâ’nın:



“Korkudan yürekleriniz ağzınıza geldiğinde” (Ahzab, 33/10) buyurduğu gibi olduğu vakit Hendek savaşında nâzil olmuştur.



Atâ (rh.a.) dedi ki:



- Rsulullah (s.a.s.) ve Ashabı, Medine’ye girdikleri za­man sıkıntıları çok şiddetlenmişti. Çünkü malsız olarak yola çıkmışlardı ve yurtlarını, mallarını müşriklerin elle­rinde bırakmışlardı. Böylece Allah’ın ve Rasulü’nün rızasını tercih etmişlerdi.



Yahudîler, Rasulullah (s.a.s.)’e düşmanlıklarını açığa vurdular, zenginlerden bir grup da nafakaları gizlemişlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onların (mü’minlerin) kalblerini hoş tutmak için bu ayeti indirdi.[505]



Hendek savaşı, bütün İslâm düşmanlarının el birliği yapıp, bir araya gelerek, başta Rasulullah (s.a.s.) olmak üzere bütün mü’min müslümanları Medine şehrinde yok etmek için Medine’yi kuşatmaya aldıkları bir zaman...  İslâm’ın baş düşmanları olan Mekkeli müşrikler ve yanla­rına aldıkları diğer İslâm düşmanları ile tam bir küfür cep­hesini oluşturmuşlardı... Bu hâlleriyle “Küfür tek millettir” gerçeğini bütün vahşeti ve her yönüyle ortaya koymuş­lardı... Medineli Yahudîlerden geriye kalan Beni Kureyza, değişmez hâin karakterini ortaya koymuş ve Rasulullah (s.a.s.) ile yaptıkları anlaşmayı bozarak ihanet edip Mekkeli müşriklerle birleşmişlerdi...



Bölgedeki diğer Kabileler de Mekke şirk ordusuna ka­tılmış ve küfür milleti tek cephe oluşturmuştu...



Medine’nin içinde muvahhid mü'minlerin arasında müslüman görünümlü münafıklar, Medine’yi dışarıdan kuşatan müşriklerin oluşturduğu küfür cephesine, yaptık­ları olumsuz ve moral bozucu hareketleriyle katkıda bulu­nuyorlardı adeta... Dışarıda düşman saldırısı, içeride mü­nafıkların nifak hareketi, mü’min müslümanları çok sıkın­tıya sokmuştu...



Rabbimiz Allah, bu sıkıntılı ve çileli anları şöyle hatır­latıyordu muvahhid mü'minlere... Onların, bu olayı unutmamasını ve ders almalarını, imtihanı başarmaları için çok sabretmelerinin gerektiğini beyan buyurdu:



“Ey iman edenler, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatır­layın! Hani, size ordular gelmişti. Böylece Biz de onların üzerine bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular gönder­miştik. Allah, yaptıklarınızı görendir.



Hani onlar, size hem üstünüzden, hem alt tarafınızdan gelmişlerdi. Gözler kaymış, yürekler hancereye gelip dayanmıştı ve siz, Allah hakkında (birtakım) zanlarda bulu­nuyordunuz.



İşte orada iman edenler, sınanmış ve şiddetli bir sarsın­tıyla sarsıntıya uğramışlardı.



Hani, münafık olanlar ve kalblerinde hastalık bulu­nanlar: ‘Allah ve Rasulü, bize boş bir aldanıştan başka bir şey va'detmedi’ diyorlardı.” (Ahzab, 33/9-12)  



el-Berâ İbn Âzib (r.a.) anlatıyor:



Ahzab gününde (Hendek savaşında) Rasulullah (s.a.s.)’i gördüm. Toprak, karnının beyazlığını örtmüş olduğu hâlde toprak taşıyor ve şu sözleri söylüyordu:



“Sen olmasaydın, biz doğru yolu bulmaz, sadaka vermez, namaz kılmazdık.



Şüphesiz bu kâfirler, bizim çekindiğimiz fitneyi bize vaki kılmak istedikleri zaman bizim üzerimize saldırmışlardır.



Onlarla yüzyüze geldiğimizde, gönlümüze bir sekînet (sabır, sebat) indir ve ayaklarımızı yerinde sâbit tut (da bizi dağıtma ya Rabb)!”[505]



O günlerdeki sıkıntıları şöyle anlatıyor Huzeyfe İbnü’l-Yeman (r.anhuma):



- Biz, Ahzab gecesi saf tutmuş oturuyorduk. Ebu Süfyan ve beraberindekiler de bizim üstümüzdeydiler. Ya­hudî kabilesi Kureyza oğulları, bizim altımızdaydılar, amma onların saldırısından çekiniyorduk. Bizi, ne ondan şiddetli bir karanlık sarmıştı, ne de ondan şiddetli bir rüzgar. Gelen rüzgarın sesleri fırtınalar gibiydi. Öyle bir karanlık ki, hiçbirimiz parmağını göremiyordu.



Münafıklar, Hz. Peygamber’den izin istiyorlar ve:



- Ailelerimizin korunması gerekir, diyorlardı.



Halbuki aileleri korunacak değildi. Onlardan kim, Pey­gamber’den izin isterse, hepsine izin verilmişti. İzin verilmiş olanlar, çekilip gidiyorlardı.



Biz, üç yüz kadar kişiydik. Biz, kişi, kişi Hz. Peygam­ber’i karşıladık ve O’nunla yüz yüze geldik. Düşmandan ve soğuktan beni koruyacak, karımın yünden bir elbisesinden başka bir şey kalmamıştı. O da, ancak diz kapağıma kadar geliyordu.[505]



Hasan:



“Ve siz, Allah için çeşitli zanlarda bulunuyordunuz.” kavli hakkında şöyle demiştir:



- Muhtelif zanlarda bulunuyorlardı. Münafıklar, Hz. Muhammed’in ve Ashabı’nın kökten yok olacağını sanı­yorlardı. Mü’minler ise, Allah’ın va’dinin ve Rasulullah’ın sözünün hak olduğunu kesinkes biliyor, Allah’ın İslâm’ı, müşrikler istemese de bütün dinlere üstün kılacağına ka­naat getiriyorlardı.[505]



Bu zorlu belâ ve imtihan gününden bir başka kesit:



İşte o esnada belâ büyüdü ve korku şiddetlendi. Düş­manlar, her taraftan geldiler. Mü’minler, büsbütün bir zan içine düştüler. Bazı münafıklarda nifak zahir oldu.



Muattib b. Kuşeyr, şöyle demeğe başladı:



- Muhammed, bize Kisrâ’nın ve Kayser’in hazinelerini yememizi va’dediyordu. Bugün ise, bizden hiç birimiz kaza-yı hacetini def için giderken kendi için emin olamıyor.[505] 



Yegâne önderimiz ve hayat örneğimiz Rasulullah (s.a.s.) ile yeryüzünün en hayırlı nesli olan Ashab-ı Kiram (Allah cümlesinden razı olsun), bu zor anları, bu çileli du­rumu yaşarken, kendilerinden önceki mü’min müslümanların başlarına geleni düşünüyorlardı ve bundan dolayı teselli buluyor, sabırları daha da artıyordu...



En hayırlı nesil olan Ashab-ı Kiram,[505] önderleri ve hayat rehberleri Rasulullah (s.a.s.) ile beraber bütün zorlukları göğüslüyor ve eziyetlere katlanıyor, dayanıyorlardı... Çünkü onlardan önce yaşamış olan muvahhid mü'minlere, “Öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda Peygamber, beraberindeki mü’minler:



- Allah’ın yardımı ne zaman? diyordu.”



Şüphesiz inanıyorlardı ki, Allah’ın yardımı yakındır, fakat onlar, zamanını bilmedikleri için bunu soruyorlardı... O dayanılmaz sıkıntıların verdiği bir ruh hâliyle Allah’ın yardımının hemen gelmesini istedikleri için:



- Allah’ın yardımı ne zaman? diyorlardı.



İmam Kurtubî (rh.a.) şöyle diyor:



“Müfessirlerin çoğunluğuna göre, ayetin sonuna kadar olan bölümü Peygamber’in ve mü’minlerin söyledikleri sözdür. Yani onlar, o noktaya kadar geldiler ki, sonunda Allah’ın yardımının geciktiği zehabına kapıldılar. Yüce Al­lah da onlara:



“Bilin ki, Allah’ın yardımı yakındır” diye buyurdu.



Bu, Peygamber’in, şüphe ve tereddüd kastıyla değil de, Allah’dan yardımın daha çabuk gelmesini istemek üzere söylediği sözler cümlesinden olabilir. Bazıları da:



 - İfadede, takdim ve tehir vardır, demektedir.



İfadenin takdiri şöyledir:



Hatta iman edenler:



- Allah’ın yardımı ne zaman? dediler.



Rasul de:



- Bilin ki, muhakkak Allah’ın yardımı yakındır, diye cevab verdi.



Yüksek mevkii dolayısıyla Rasul, rütbe itibariyle tak­dim edildi. Buna sebeb ise, onların söyledikleri sözün zaman itibariyle önceden olmasıdır.”[505]



İnsanlar, her anlarında imtihan edilmektedirler... Ger­çekten iman edenler ile kalben iman etmedikleri hâlde yalnızca dilleriyle, “iman ettik” diyenlerin birbirinden ayırdedilmeleri için bir imtihan gereklidir... Gerçek iman sahibleri olan muvahhid mü'minler ile sahte müslümanlar, yani münafıklar, imtihan sırasında ortaya çıkarlar... Muvahhid mü'minler, Allah’ın hükümle­rine göre yaşamaya gayret ederken, Allah düşmanlarından gelen her türlü eziyete katlanıp sabır ederken, münafıklar en küçük bir zorluk karşısında çözülüverirler... İmtihan sırasında imanı kuvvetli ve kâmil olanlar ile imanları zayıf olan mü’min müslümanlar da belli olur... İmtihan, bir iman derecesi ölçüsüdür!..



Rabbimiz Allah şöyle buyurur:



“Elif,Lâm, Mîm.



İnsanlar, (sadece) ‘iman ettik’ diyerek, sınanmadan bı­rakılacaklarını mı sandılar?



Andolsun, onlardan öncekilerini sınadık. Allah, ger­çekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir.” (Ankebut, 29/1-3)



İman ettiğini beyan eden insanlardan delil ve ispat iste­nir... Onlar, iman edip imanlarında sadık olduklarına dair kendilerini ispat etmeleri gerekir... Bu da, imanına herhangi bir şirk ve küfür karıştırmadan salih amellerle imanlarının varlığını ortaya koymak ile gerçekleşir... Kim olursa olsun, ne olursa olsun zalim tağutların inkârı ve reddedilmesinden sonra katıksız bir şekilde Allah’a inanmak ile gerçekleşen iman, kurtuluşun sapasağlam kulpudur... Ona sımsıkı yapışan kurtulur...



“Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz doğruluk (rüşd), sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa ya­pış-mıştır, bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilen­dir.” (Bakara, 2/256)



Bu şekilde inanan ve inandığıyla amel eden muvahhid mü'minler, en korkunç ve büyük zulüm olan şirkten[505] kendilerini çok iyi korumaya çalışırken, imanlarına asla şirk bulaştırmamaya en son gayretleriyle çalışırlar... İmanına şirkin karışması, imanın varlığını ortadan kaldırır ve şirk, asla affedilmeyen bir suçun tâ kendisidir[505]... 



İman edenler ve imanlarına şirki ve küfrü karıştırma­yanlar hidayete ermiş, umduklarına kavuşmuş olan izzet ve şeref sahibi şahsiyetli mü’min müslümanlardır...[505] Bun­lar, imanlarının gereği olan salih ameller işleyerek, müstekbir zalim egemen tağutların ilâhlaştırdıkları hevalarından[505] kaynaklanan emir ve nehiylerini redderek,[505] Allah’a ve Rasulullah (s.a.s.)’a kesin itaat eden şahsiyetler­dir...



Rabbimiz Allah, bu muvahhid mü'min kullarının imanlarındaki samimiyetlerini, diğer insanlara örnek ve şahid oluşlarını ortaya çıkarmak için kendilerini, kaldırabi­lecekleri, yani güçlerini aşmayan imtihan şekilleriyle dener...[505]   



Rabbimiz Allah, iman eden kullarını imtihan edip sına­dığını, imanlarında sadık olanların ve yalancıların bu imtihan sırasında ortaya çıkarıldığını beyan buyuruyor...



Ankebut Sûresi’nin bu ilk ayetlerinin esbâb-ı nüzûlü için Şa’bî (rh.a.), şunları beyan ediyor:



Bu ayet, Mekkeli bir grup insan hakkında inmiştir. Onlar, İslâm’ı kabul ettiler. Medine’de bulunan Peygamber (s.a.s.)’in Ashabı’ndan bazıları onlara yazdı ki:



- Siz, hicret etmedikçe, ikrarınız ve İslâm'ınız kabul edilmez.



Onlar da, Medine’ye gitmek üzere yola çıktılar. Bunun üzerine müşrikler, onları takib edip ezâ ve cefa ettiler. Bu ayet, onlar hakkında indi.



Medine’deki müslümanlar onlara mektub gönderdiler ve dediler ki:



- Sizin hakkınızda şöyle şöyle ayetler indi.



Bunun üzerine onlar dediler ki:



- Biz, yola çıkarız. Eğer bizi bir takib eden olursa, onu öldürürüz.



Derken yola çıktılar. Müşrikler de, onları takibe koyul­dular. Onlar da, takib edenleri öldürdüler. Onlardan da, kimi öldürüldü, kimi kurtuldu.



Bunun üzerine Allah Teâlâ, onlar hakkında şu ayeti in­dirdi:



“Sonra gerçekten Rabbin, işkenceye uğratıldıktan sonra hicret edenlerin, ardından cihad edip sabredenlerin (destek­çisidir). Şüphesiz senin Rabbin, bundan sonra da gerçekten bağışlayandır, esirgeyendir.” (Nahl, 16/110)[505]



İbn Abbas (r.anhuma) ve başkaları şöyle demişlerdir:



- Burada, “İnsanlar” ile Mekke’de bulunan mü’minler  topluluğu kasdedilmektedir. Kureyş’in kâfirleri bunlara müslüman oldukları için eziyet ediyor, onlara işkence ya­pıyorlardı.



Seleme b. Hişam, Ayyaş b. Ebi Rebia, el-Velid b. el-Velid, Ammar b. Yasir, babası Yasir, annesi Sümeyye, Mahzum oğullarından birkaç kişi ve başkaları gibi.



Bundan dolayı oldukça sıkılıyorlar, hatta yüce Allah’ın kâfirlere, mü’minlerin aleyhine böyle bir güç ve imkân vermesine tepki bile gösteriyorlardı.



Mücahid (rh.a.) ve başkaları derler ki:



- Ayet-i Kerime, yüce Allah’ın mü’minleri sınamak, onları denemek maksadı ile kulları hakkında uygulaya geldiği Sünnetinin bu olduğunu öğretmek ve onları teselli et­mek üzere nâzil olmuştur.



İbn Atiyye (rh.a.) dedi ki:



- Bu ayet-i kerime, her ne kadar bu sebeb, yahud da bu anlamda belirtilen görüşler sebebiyle nâzil olmuş ise de, Mu­hammed (s.a.s.)’in ümmeti arasında bakîdir. Zaman dur­dukça hükmü de, bu ümmet arasında kalmaya devam ede­cektir. Çünkü müslüman serhadlerde, müslümanların esir alınmak, düşmanlardan zarar görmek ve bunun dışında herhangi bir takım zorluklarla başbaşa kalmak sûretiyle Allah tarafından fitne (sınama)’ye maruz kalmaları kalıcı bir husustur. Aynı şekilde herbir yer ibretle tetkik edilecek olursa, hastalıklarla ve türlü mihnetlerle de bunun, ger­çekleşmekte olduğunu görebiliriz. Şu kadar var ki, müslümanların serhadlerde düşmanlardan gördükleri za­rarları, çektikleri sıkıntıları, Kureyşlilerle karşı karşıya kal­dıkları musibet ve zorlukları andıran bir durumdur.[505]



Katıksız iman sahibi ve salih amel işleyen muvahhid mü'min bir şahsiyet, Allah yolunda olup her şeyi Allah içindir...[505] Böyle bir muvahhid şahsiyetin, Rabbi Allah tara­fından belâ, musibet ve İslâm düşmanlarından eziyetler ile çeşitli hastalıklar, onun günahlarına keffâret olup onu mânen tertemiz eden şeylerdir...



Muvahhid mü'min’e düşen vazife, imtihan hâlinde sızlanmayıp sabretmesi ve Rabbi Allah’a her hâlinde hamdetmesidir...



Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:



“Andolsun, Biz sizi, biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.



Onlara, bir musibet isabet ettiğinde derler ki: ’Biz, Al­lah’a aid (kullar)ız ve şüphesiz O’na dönücüleriz.”



Rablerinden bağışlanma (salât) ve rahmet bunların üzerinedir ve hidayete erenler de bunlardır.” (Bakara, 2/155-157)



Ümmü’l-mü’minin Aişe (r.anha)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):



“Mü’min, hasta olduğu zaman Allah, onun günah kirlerini temizler. Maden eritme ocağı, demirin pasını giderdiği gibi.”[505]



Sa’d b. Ebi Vakkas (r.a.) anlatıyor:



- Ya Rasulallah, insanlardan hangisinin belâsı daha ağırdır, dedim.



Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:



“Peygamberler ve onların peşinden (derecelerine göre insanların) en liyakatlısı ve en liyakatlısı.



Kişi, dindarlığı derecesinde belâya uğratılır. Şayet di­ninde sağlam ise, belâsı ağırlaşır ve eğer dininde gevşeklik varsa, dindarlığı nisbetinde belâya uğratılır.



Nitekim belâ, bir kuldan ayrılmayarak neticede onu, üzerinde herhangi bir hata olmaksızın yeryüzünde yürür duruma gelir!”[505]



Yahya b. Said (r.a.) anlatıyor:



Rasulullah (s.a.s.) zamanında ölen bir zât hakkında bi­risi:



- Ne mutlu ona! Bir hastalığa tutulmadan vefat etti, dediğinde,



Rasulullah (s.a.s.):



“Vah yazık! Bilmiyorsun ki, eğer Allah onu, bir hasta­lığa mübtelâ kılsaydı, onu, günahlara keffaret kılardı (bununla günahlarını bağışlardı).” buyurdu.[505]



Rabbimiz Allah, kullarını imtihan etmesindeki hikmeti şöyle beyan buyurur:



“Yoksa siz, Allah, içinizden cihad edenleri belirtip ayırd etmeden ve sabredenleri de belirtip ayırd etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Âl-i İmrân, 3/142)



“Yoksa siz, içinizden cihad edenleri ve Allah’dan ve Rasulü’nden ve mü’minlerden başka sır dostu edinmeyen­leri Allah bilip (ortaya) çıkarmadan bırakılıverileceğinizi mi sandınız? Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Tevbe, 9/16)



Abdullah İbn Abbas (r.anhuma) şöyle demiştir:



- Allah Teâlâ, insanın içinin, dışından başka ve farklı olmasına razı olmaz. O, mahlukatından ancak istikamet ve doğruluk ister, Nitekim O:



“Bizim Rabbimiz Allah’dır” deyip, sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar.....”(Fussilet, 41/30) buyurmuştur.



Savaş, farz kılındığı zaman münafık, münafık olma­yandan, mü’minlere dost olan, düşman olandan ay­rılmıştır.[505] 



Başta Rasuller (Allah’ın salat ve selâmı üzerlerine ol­sun) olmak üzere bütün muvahhid mü'minler, imtihan sırasında eziyetlere, işkence ve çilelere sabrettikleri, acele etmedikleri ve Allah’dan ümitvar oldukları müddetçe, ken­dilerine Allah’ın yardımı ulaşmıştır... Rabbimiz Allah, mü’min müslüman kullarına vermiş olduğu imkânların bittiği anda onları, ummadıkları yerden rızıklandırmış, kendilerine yepyeni imkânlar vermiştir... Böylece onları kurtarmış ve hidayetlerini arttırmıştır...[505]



Rabbimiz Allah, asla değişmeyen Sünnetinin[505] bir bölü­münü  şöyle beyan buyurur:



“Öyle ki, Rasuller, umutlarını kesip de, artık onların gerçekten yalanladıklarını sandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmiştir. Biz kimi dilersek o, kurtulmuştur.” (Yusuf, 12/110)



“Andolsun, (peygamber olarak) gönderilen kullarımıza  (şu) sözümüz geçmiştir.



Gerçekten onlar, muhakkak nusret (yardım ve zafer) bulacaklar.



Ve hiç şüphesiz, Bizim ordularımız, üstün gelecek olanlar onlardır.” (Saffat, 37/71-73)



“Allah, yazmıştır: ‘Andolsun, Ben galip geleceğim ve Rasullerim de.' Gerçekten Allah, en büyük kuvvet sahibidir ve üstün olandır.” (Mücadele, 58/21)



Urve İbnu’z-Zübeyr (rh.a.) anlatıyor:



Kendisi, Aişe (r.anha)’ya:



"Öyle ki Rasuller, umutlarını kesip de...” (Yusuf, 12/110) kavlini sorarken, Aişe, aşağıdaki cevabları vermiş­tir.



Urve dedi ki:



Ben Aişe’ye:



- Rasuller, yalana mı nisbet edildiler yahud tekzib mi ettiler? diye sordum.



Aişe:



- Tekzib edildiler, dedi. Ben Aişe'ye:



- Rasuller, kavimlerinin kendilerini tekzib ettiklerini ke­sin bilmişlerdir. Bu, zan ile değildir? dedim. Aişe:



- Evet, hayatıma yemin ederim ki, onlar, bunu kesin olarak bilmişlerdir, zannetmemişlerdir, dedi. Ben, yine Aişe’ye:



- Rasuller, kendilerine yapılan yardım va’dinde aldatıl­dıklarını zannettiler, dedim.



 Aişe:



- Bundan, Allah’a sığınırım. Rasuller, bunu, Rabblerine zannedici değildir, dedi.



Öyleyse şu ayet nedir? dedim.



Aişe:



- Bunlar, Rasullere tabi olan  kimselerdir ki, Rabblerine iman etmiş ve Rasulleri de tasdik etmişlerdi. Fakat üzerle­rindeki belâ uzamış ve zafer de kendilerinden gecikmiştir. Nihayet Rasuller, kavimlerinden kendileri yalanlayanların imana gelmelerinden ümit kesecekleri hâle geldikleri ve yine Rasuller, kendilerine tabi olanların da, kendilerini yalanla­yacaklarını zannettikleri vakit, işte tam bu sırada Allah’ın yardımı ve zaferi, Rasullere gelmiştir, dedi.[505]



Mü’minlerin annesi Aişe (r. anha)’nın ayetin tefsirinde de beyan ettiği gibi, gerek Rasuller, gerekse ümmetlerinden muvahhid mü'minler, çok çile çekmiş, çok eziyet görmüş ve birçok işkencelere uğratılmışlardır... Gerek zamanla­rında, gerek kendilerinden sonraki mü’min müslümanlar için birer sabır ve sebat örneği olmuşlardı... İmtihan hâlinde sızlanmamış, Allah’ın yardımıyla sabretmesini bilmiş, bü­tün zorluklara direnip, Allah'ın va’dettiği zafere ulaşmışlardır... Her çağdaki muvahhid mü'minleri, ken­dilerinden önceki örnek iman ve Tevhid nesillerinin davran­dığı gibi davranmalıdır... İnşaallah, onların ulaştığı merte­beye ulaşır ve Allah’ın rızasını kazanırlar...



“Doğrusu, Allah’ın rahmeti, iyilik (ihsan) yapanlara pek yakındır.” (A’râf, 7/56)[505]


İŞKENCE
i1 harfi