c- Ülü'l-Emr'e İtaat:

 



İtaat edileceklerin üçüncüsü, mü’minlerden olan emir sahibi, mü’minlerin ülü’l-emridir. "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine (müslüman yöneticilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasûl'e götürün (onların tâlimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha iyidir." (4/Nisâ, 59) Ülü’l-emre itaat, ilk iki itaat gibi kayıtsız şartsız değil; ülü’l-emrin Allah’a ve Rasûle itaatiyle kayıtlı ve şartlı bir itaattir. Emir sahipleri Allah’a itaat sınırını aşıyorlarsa ma’siyettedirler. Ma’siyette olana da itaat değil; itaatsizlik vaciptir. Ayrıca, herhangi bir “emir sahibi” değil; müslüman bir ülü’l-emre itaat emredilmektedir.



Bu âyette emredilen itaatle ilgili dikkat edilecek bazı hususlar:



a) Allah’a ve Rasûlüne itaat emri verilirken; Allah ile Peygamber hakkında “itaat edin” anlamına gelen “etîû” emri tekrarlanmış; “ülü’l-emr/emir sahipleri” hakkında bu emir tekrarlanmamıştır. Müfessirlere ve  fukahâya  göre  bunun  anlamı  ve  sebebi  şudur:  Allah’a  ve Peygambere itaat, kayıtsız şartsızdır. O bakımdan onlar hakkında bu emir tekrarlanırken; “emir sahipleri” hakkında bu emir tekrarlanmamıştır. Çünkü ülü’l-emre itaat, şeriatin çerçevesinde, mâruf ölçüler içerisinde söz konusudur. Bu ölçü ve çerçevenin dışında kalan emir ve hükümlere, itaat etmemekten başlayarak, gerektiğinde ve şartların uygun olması halinde ayaklanarak karşı çıkmak ise; bir hak değil; bir görevdir.



b) Kendilerine itaat edilmesi bu ölçü ve çerçeve içerisinde söz konusu olan ülü’l-emr hakkında ikinci kayıt, “minküm = sizden” kaydıdır. Yani ülü’l-emriniz müslüman olup sizinle onlar arasında, yani yönetilen olarak sizlerle, yöneten olarak onlar arasında herhangi bir anlaşmazlık ortaya çıkacak olursa, çözüm için başvuracağınız mercî, Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’ nün sünneti olacaktır. Câhilî  hüküm,  gelenekler,  görenekler  vs.  olmayacaktır.   “Sizden”  yani mü’min olmayanların ise, esasen sizin üzerinizde velâyet hak ve yetkileri olmadığından (3/Âl-i İmrân, 118), onları “ülü’l-emr/emir sahibi” olarak kabul etmeniz, hiçbir şekilde düşünülemez. Dolayısıyla bu tür gâsıb, fâsık ve fâcir yönetim ve yöneticilerle ilişkiler, bu âyetten başka muhtevâya  sahip âyetler tarafından ele alınmıştır; onlara göre düzenlenmelidir.



c) Bu tür anlaşmazlık halinde âyet-i kerimede dile getirilen yolu izlemenin Allah’a ve âhiret gününe imanın bir gereği olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla kim  Allah’a ve âhiret gününe iman ettiğini söylüyorsa, anlaşmazlıklarının çözümü için âyetin zikrettiği mercîlerden başkasına müracaat edemez. (3)     



Allah'a, Rasûlü’ne itaati ve onlara itaat üzere olan müslümanlardan olan ülü’l-emre itaati emreden bu âyetin yorumunda Mevdûdî, şu açıklamaları yapar:



Bu âyet, İslâm’ın bütün dinî, kültürel ve siyâsî sisteminin temelini teşkil ettiği gibi, sistemin kurulması için de, ilk ve en önemli düsturdur. Bu âyetten, aşağıdaki prensipler çıkarılabilir:



1- İslâm sisteminde, tek gerçek otorite olan Allah'a itaat edilmelidir. Bir müslüman, her şeyden önce Allah’ın kuludur, diğer bütün özellikleri, bu niteliğinden sonra gelir. Bu nedenle bir fert veya toplum olarak bütün müslümanlar, ilk olarak Allah'a bağlıdırlar, tüm diğer bağlar bu bağa boyun eğmek zorundadır. Çünkü tüm insanlar Allah'a verdikleri söze/ahde sâdık kalmak zorundadır. Başka birisine bağlılık ve itaat, ancak Allah'a itaati engellemeyecekse kabul edilir. Bu aslî bağlılık ve ahde aykırı olan tüm öteki bağlılık ve ahitler geçersizdir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bunu bir hadisinde şöyle açıklamıştır: “Yaratıcıya isyan (itaatsizlik) olan yerde, yaratıklardan hiçbirine itaat edilmez.”



2- İslâm dininin ikinci önemli prensibi Hz. Peygamber (s.a.s.)’e itaat ve bağlılıktır. Bu itaat, sadece peygamberlik kurumunun bir gereği değil; Allah'a itaat etmenin de tek çıkar yoludur. Allah’ın Rasûlü’ne itaat edilmelidir. Çünkü O, Allah’tan gelen emir ve direktiflerin elde edilebileceği tek kaynaktır. O halde biz ancak O’nun Rasûlü’ne itaat ederek Allah'a itaat edebiliriz. Çünkü itaatin başka bir yolu yoktur. Bunun aksine Rasûl ile aradaki bağı koparmak, O’nu gönderen Allah'a başkaldırmak demektir. Bir hadis-i şerif, bu konuyu şöyle açıklar: “Kim bana itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur, kim de bana isyan ederse Allah'a isyan etmiş olur.”



3- Bu birinci ve ikinci bağlılıktan sonra, bunlardan daha aşağı derecede yer alan bir bağlılık daha vardır. Bu, müslümanların kendi aralarında seçip yetki verdikleri yöneticilere bağlılıktır. “Ülül-emr” (kendilerine yetki verilenler) kelimesi çok geniş kapsamlıdır. Müslümanların herhangi bir işinin başında olan herkesi kapsar.  Din âlimleri,  düşünürler,  politik liderler, yöneticiler, mahkemelerdeki kadılar, kabile başkanları ve buna benzer kimseler. Kısacası, müslümanlar arasından seçilip kendilerine yetki verilen herkese itaat edilmelidir. Onlar a) Müslümanlardan oldukları, b) Allah'a ve Rasûlü’ne itaat ettikleri sürece, onlara karşı gelip, müslümanların toplum hayatındaki barışı bozmak doğru değildir. Bu iki şart, onlara itaat edilmesinin ön şartını oluşturur. Bunlar, hem âyette açıkça ortaya konmuş, hem de Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından açıklanmıştır. Aşağıda şartların gerekliliğini belirten Hz. Peygamber’den birkaç hadis zikrediyoruz:



a) “Emrettiği şey günah olmadığı sürece, bir müslümanın kendilerine yetki verilen yöneticilerin emirlerine, hoşlansın veya hoşlanmasın, itaat etmesi gerekir. Eğer emîr,  ona  günah olan bir şeyi yapmasını emrederse, o yöneticiyi dinlememeli ve emirlerine de itaat etmemelidir.” (Buhâri, Müslim)



b) “Günah olan bir konuda bir kimseye itaat etmek haramdır; itaat, ancak doğru olan şeylerde zorunludur.” (Buhâri, Müslim)



c) Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sizin başınızda doğru olduğu kadar yanlışı da uygulayan yöneticiler bulunacaktır. (Böyle bir durumda) kim yanlış olan şeylerden nefret ederse, sorumluluktan kurtulacaktır.” Ashâbdan bazıları: “Böyle yöneticilere karşı savaşmayacak mıyız?” diye sorunca Hz. Peygamber (s.a.s.): “Namazı kıldıkları müddetçe, hayır!” diye cevap vermiştir (Müslim). Yani, eğer namazı terk ederlerse, bu onların Allah'a ve Rasûlü’ne isyan ettiklerinin açık bir göstergesi olacaktır.



d) Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sizin en kötü yöneticileriniz, sizin nefret ettiğiniz ve sizden nefret eden ve sizin bedduâ ettiğiniz ve size bedduâ eden yöneticilerdir.” Ashâbdan bazıları: “Ey Allah’ın Rasûlü, böyle yöneticilere karşı başkaldırmayacak mıyız?” diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Aranızda namazı ikame ettiği müddetçe, hayır!”



Bir öncekinde koşulan namaz şartı, bu hadiste daha açık bir şekilde belirlenmektedir. “c” hadisinde, ferdî olarak namaz kılan bir yöneticiye karşı ayaklanılmaması gerektiği hükmü çıkıyor. Fakat “d” hadisinde yöneticilerin İslâm toplumunda namazı ikame edip onu temel direklerden biri yapmaları şart koşuluyor. Bu bir başka hadiste de şöyle ifade ediliyor: “Hz. Peygamber (s.a.s.) bizden bazı şeylerle ilgili olarak bağlılık yemini aldı. Bunlardan biri de, başımızdaki yöneticilerde apaçık küfür alâmetleri görmeden onlara karşı gelmememizdi. O (küfür alâmetlerini gördüğümüz) zaman Allah huzurunda (başkaldırmamız için) geçerli bir nedene sahip olabiliriz.” (Buhâri, Müslim)



4- Mutlak ve sürekli bir prensip olarak konulan dördüncü husus ise, Allah’ın emirlerinin ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünnetinin, (yani Kitap ve Sünnetin) hükümlerin tespitinde ve İslâm dininde tek ve nihâî otorite olduğu noktasıdır. O halde müslümanlar arasında veya yönetici ile yönetilenler arasında herhangi bir mesele ortaya çıktığında, hepsi birden Kur’an ve Sünnet’e başvurmalı ve O’nun verdiği karara boyun eğmelidirler. Bu nedenle İslâm’ı, diğer İslâm dışı sistemlerden ayıran ana sebebin, Allah’ın Kitabı’nı ve Rasûlü’nün sünnetini nihâî otorite olarak kabul edip, bu ikisine başvurulması ve onların hükmüne boyun eğilmesi olduğunu söyleyebiliriz.



Âyetin ilk bölümünde Kur’an, İslâmî bir yapının dört asıl ilkesini ilân eder ve ikinci bölümde bu ilkelerin altında yatan hikmeti öğretir. Müslümanlara, gerçekten mü’min iseler bu dört ilkeye uymaları emredilir; aksi takdirde onların şehâdetleri şüpheli olur. Daha sonra onlara hayat sistemlerini, refahlarının dayanağını teşkil eden bu dört temel ilkeye dayandırmaları öğretiliyor. Çünkü sadece bu ilke, onları bu dünyada  doğru  yola  götürüp  âhirette  de  mutlu bir



hayata ulaştırabilir.



Bu tavsiyenin, yahûdilerin ahlâkî ve dinî durumlarını eleştiren pasajdan sonra geldiğine ve müslümanları belirsiz bir şekilde onların kötü durumlarına karşı uyardığına dikkat edilmelidir. Bu, şu anlama gelir: Ne zaman bir toplum Allah’ın Kitab’ı ve Rasûlü’nün Sünnet’ini fırlatıp atar, Allah ve Rasûlü’ne isyan eden lidere uyar, Kitap ve Sünnet’in hüküm vermesini istemeksizin yönetici ve dinî liderlere düşüncesizce itaat ederse, İsrâiloğullarının kötü âkıbetine uğramaktan kurtulamaz. (4



Tefsirlerde Kur’an’daki “ülü’l-emr” (emir sahibi) kavramıyla kast edilen anlamın şu insanlar olduğu ifade edilmiştir: 1- Âmirler, 2- Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, 3- Hulefâi Râşidin, 4- Bütün ensâr ve muhâcirler, 5- Bütün ashâb, 6- Sahâbe ve tâbiîn, 7- Halkı idare eden müslüman ve akıllı kimseler, 8- Ulemâ ve  fukahâ  (İslâm  âlimleri,  müctehid  ve  fıkıhçıları),  9- Seriyye kumandanları (cihad emirleri), 10- İlim ehli ve Kur’an ehli olanlar, 11- Bütün iş başında bulunanlar (yöneticiler). Genel kabul gören anlayış, sonuncu şıktır.   



İbn Münzir şöyle der: “Sözü dinlenir bütün ilim ehli, kâfir bir kimsenin hiçbir suretle müslümanlara hükmetmesinin câiz olmadığı hususunda icmâ halindedirler.” (İbnü’l Kayyim, Ahkâmu Ehli’z Zimmeh, 237) Kadı Ebû Ya’lâ şöyle der: “İmam (yönetici), müslüman iken dinden çıkıp kâfirleşirse, imamlıktan da çıkar. Bu konuda âlimler arasında ihtilâf yoktur.” (Ebû Ya’lâ, el-Mu’temed fî Usûli’d-Din, 243) Kadı Iyâz şöyle der: “Kâfir bir kimseye verilen imamlık (yöneticilik) bey’atının geçerli olmadığı, önce müslüman olan imam (yönetici) kâfirleşirse, imamlığının düşeceği, bu durumda ona itaat etmenin gerekmediği ve kendisini düşürmenin vacip olduğu konularında âlimler arasında icmâ vardır.” (Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, 12/229) İbn Hacer de şöyle der: “İmam (yönetici) kâfirleşirse, imamlık ehliyeti düşer. Bu durumda müslümanların gücü yeterse, onu indirmeleri vaciptir. Buna güçleri yetmezse, o yerden hicret etmeleri lâzımdır. Bu ikisinden hiç birini yapmayıp umursamazlık gösterirlerse günahkâr olurlar.” (İbn Hacer, Fethu’l Bârî, 13/123) el-Kirmânî şöyle der: Namazların cemaatle kılınmasını ve gerektiği zaman cihad yapılmasını temin ettiği müddetçe, zorbalık yapan imama, günahların dışında kalan hususlarda itaat etmek fakihlerin (fıkıh âlimlerinin) icmâıyla lâzımdır. İllâ ki, kendisi açık bir şekilde küfre kaysın. Bu takdirde, ona hiçbir konuda itaat câiz değildir. Bundan da ötesi, gücü yetenlerin onunla mücadele etmesi vaciptir.” (Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, 10/169) (5)                



İtaat edilmesi ve uyulması gereken konularla ilgili olarak Kur’an’ın emrettiği hususlardan biri “vahy”e uymak (33/Ahzâb, 2), diğeri “şeriat”e (45/Câsiye, 18) tâbi olmaktır ki, bu iki itaat, Allah’a itaat etmenin kapsamına girmektedir.