İrtidadın Dünyevî Cezası Yoktur Diyenlerin Delilleri

 



Günümüzde Kur'an etrafında oluşturulan problemlerin büyük bir kısmını, Kur'an dışı rivâyetlerle yanlış olarak elde edilen yorumlar teşkil eder. Örnek vermek gerekirse; Kur'an'da mürtedd'in (İslâm'dan, başka bir dine dönenin) öldürüleceğini emreden hiçbir nass mevcut değilken; bu hüküm âdeta tartışmasız bir İslâmî ceza olarak kabul edilmiştir. Oysa böyle bir hüküm, birçokları meyanında 2/Bakara, 217; 5/Mâide, 54; "Dinde zorlama yoktur..." (2/Bakara, 256) âyetine de aykırı düşmektedir.



Hz. Peygamber sonrası uygulama ve ictihadlardan yararlanmak gerektiği halde, dogmalaştırılıp İslâm haline getirilmesi, din anlayışlarımızla ilgili promberlerin çoğunu teşkil etmektedir. Öncelikle Kur'an dışı rivâyetleri, Kur'an'ın önüne geçirmemek, ona tahakküm ettirmemek sûretiyle birçok problem bertaraf edilmiş olur. Geriye kalan problemler ise, Kur'an'ın doğru anlaşılmasına dayanan problemlerdir.[505]



İrtidad, büyük bir günah olmakla beraber Kur'ân-ı Kerim'de buna dinî bir cezâ (önleyici bir yaptırım) konmamıştır. Çünkü iman gönül işidir; zorlama ile olmaz. Dinden dönen, içinden inkâr ediyorsa dil ile inandığını söylese bile gerçekte mü'min değildir. Öyle ise dinden dönen kimse, zorla dine sokulamaz.



"Dinde ikrâh yoktur!" (2/Bakara, 256).



İrtidâd edenin öldürüleceği hakkında rivâyetler varsa da Kur'an'a ters olan bu rivâyetlerin bir değeri yoktur. 



İrtidâd Allah'a karşı işlenen bir suç olduğundan buna bir cezâ belirlenmemiş, diğer tür dinî hükümler gibi cezâsı âhirette Allah'ın hükmüne bırakılmıştır. Mürteddin öldürüleceği hakkındaki bazı görüşler dinin değil; insanların kendi kanaatleridir. Kur'an bu konuda bir cezâ belirtmemiştir.



Mürteddin öldürüleceğine dair bazı zayıf rivâyetler vardır ki, bunlar hadisten çok, sahâbî sözü (eser) olarak aktarılmıştır. Abdullah İbn Abbâs'ın, güvenilirliği çok tartışmalı âzâdlı kölesi İkrime'den gelen rivâyete göre güya Hz. Ali, kendisine tanrı diyenleri, yahut zındıkları veya gizlice putlara tapanları ateş dolu hendeklere attırıp yaktırmış. Bunu duyan Abdullah İbn Abbâs: "Ben olsaydım, onları yakmazdım. Çünkü Peygamber (s.a.s.), "Allah'ın azâbıyla azâb etmeyiniz!" buyurmuştur. Ben onları öldürürdüm. Çünkü Peygamber (s.a.s.): "Dinden döneni öldürünüz!" buyurmuştur. (Buhârî, Cihad 149, İstitâbe 2; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Tirmizî, Hudûd 25; Nesâî, Tahrîm 14; İbn Mâce, Hudûd 2; Ahmed bin Hanbel, I/2, 7, 28, 282) 



Bu rivâyet çelişkilerle doludur. Çünkü önce rivâyetten Peygamber döneminde henüz bir çocuk olan Abdullah İbn Abbâs'ın, mürteddin hükümlerini, Peygamber döneminde icraatın içinde yoğrulmuş Hz. Ali'den daha iyi bildiği anlaşılmaktadır. Bu, mantıklı değildir. İkinci olarak Abdullah İbn Abbâs, Hz. Ali döneminde Kûfe'de Hz. Ali'nin yanında idi. Hz. Ali'nin çukurlar eştirmesi, bu çukurlara doldurduğu yakıtları ateşleyip bu insanları ateş hendeklerine attırıp yaktırması, toplumdan gizli kalacak bir şey değildir. Abdullah da muhakkak ki orada idi ve olayı görüyordu. Eğer böyle bir uygulama olsaydı, bu konuda düşüncesini Hz. Ali'ye söyleyebilir, onu bu korkunç uygulamadan caydırabilirdi.



Ayrıca bu rivâyetlerde ateşte yakılanların kimliği de değişmektedir. Bir rivâyette Ali'nin yaktırdığı kişiler zındıklar (gizli Mani dini bağlıları), bir rivâyette gizlice putlara tapan fakat müslüman görünen kişiler, bir diğer rivâyette de Ali'nin Tanrı olduğunu söyleyen Yemen'li Abdullah İbn Sebe' ve adamlarıdır.



Aslında birçok yazarın allandıra ballandıra fitne olaylarının kaynağı olarak gördükleri bu Abdullah İbn Sebe', gerçekte efsânevî bir kişidir, tarihî bir kişi değildir. Bu olayların altında hep bir yabancı parmağı arama alışkanlığındaki kişilerin ürettiği sanal bir kişidir. Yüz elli Uydurma Sahâbî adlı kitabın yazarı, bu kişinin uydurma bir kişi olduğunu ispatlamaktadır.  



Kimi rivâyette Hz. Ali bunları yakmamış, hendeklere attırıp üstlerine duman salarak boğdurmuş; kimi rivâyette de bunları önce hapsetmiş, bunlara ne yapmak gerektiğini adamlarına danışmış. Adamları bunların öldürülmesini önermişlerse de Hz. Ali: 'Hayır, ben bunlara, babamız İbrâhim'e uygulanan cezâyı uygulayacağım!' demiş ve öyle yapmış (Fethu'l-Bârî, 12/270; Neylu'l-Evtâr, 7/191, 194). Sanki Hz. Ali, Hz. İbrâhim'in ateşe atılmasını yerinde bir cezâ görmüş ki zorba kâfirlerin, tevhid imamına uyguladıkları o tüyler ürpertici cezâyı, bu zavallı insanlara uygulamaya heveslenmiş. Hz. Ali'den gelen başka bir rivâyette ise mürted öldürülmeden önce tevbeye çağrılır ve tevbe etmesi için kendisine bir ay süre tanınır (Fethu'l-Bârî, 12/270).  



Ahmed bin Hanbel'in bir rivâyetine göre Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin, Allah ve Elçisi'nin hükmüne göre mürtedin derhal öldürülmesini istediği söylenirken, devamı olan başka bir rivâyette ise Ebû Mûsâ'nın, kendisine gelen mürtedi yirmi gece veya buna yakın bir süre tevbeye çağırdığı, Muâz gelince hâlâ tevbe etmemiş olan bu adamın boynunun vurulduğu belirtilmektedir.



Enes'in rivâyetine göre "Hz. Ömer, yanına gelen Enes İbn Mâlik'e: Bekr İbn Vâil'den irtidât eden altı kabileye ne yaptıklarını sormuş. Enes, onların savaşta öldürüldüklerini söyleyince; Ömer, onların öldürülmesini uygun bulmadığı için 'İnnâ lillâh...' demiş. Enes: 'Onlar için öldürülmekten başka bir yol var mıydır?' diye sormuş. Ömer: 'Evet, onlara İslâm'ı arz ederim, kabul etmezlerse onları hapsederim' demiştir" (Neylu'l-Evtâr, 7/191 -Beyhakî'den-). Hz. Ömer'in bu sözünden, mürtedin sadece hapsedileceği, fakat öldürülmeyeceği anlaşılmaktadır.



Hâlid bin Velîd, "Nice namaz kılan var ki, kalbinde olmayanı söylüyor (inanmış görünüyor)" gerekçesiyle kısmeti (ganimet taksimini) kabul etmeyen bir kişiyi öldürmek için izin isteyince Allah'ın Rasûlü: "Bana insanların kalbini yarıp karınlarını deşip imanlarını araştırmam emredilmedi' buyurmuştur (Buhârî, Meğâzî 61; Müslim, Zekât 144; Fethu'l-Bârî, 8/67). Bir rivâyette Peygamber (s.a.s.): "Bırak şunun boynunu vurayım" diyen kimseye, "Hayır, ben ashâbımı öldürmem!" demiştir (Fethu'l-Bârî, 12/293). 



Başka olaylar saldırgan düşmanlara karşı takınılması gereken tavrı belirleyen âyetleri, derûnî (içsel) olan ve asla zor kabul etmeyen vicdânî inanca müdâhaleye dayanak yapmak, Kur'an'ın din ve vicdan özgürlüğüne tamamen aykırıdır. İman gönül işidir. İnanmadığı takdirde öldürüleceğini anlayan insan, zor karşısında inansa da mü'min sayılmaz ki. İkrâh ile ne iman, ne de küfür olur. İman serbest olarak benimsenip kabul edilen düşüncedir. "Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tâğutu inkâr edip Allah'a iman ederse, muhakkak ki o, kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işetendir, bilendir." (2/Bakara, 256).[505]  



İslâm'ın kimseyi zorla dine sokmayı emretmediği, herkese din ve vicdan hürriyeti tanıdığı, başka dinden insanlara dinlerini yaşama fırsatı verdiği herkesin bildiği bir gerçektir. Herşeyden önce, "Lâ ikrâhe fi'd-dîn -Dinde zorlama yoktur-" (2/Bakara, 256) âyetiyle bu hüküm ilân edilmiştir. Bir başka âyette de; "Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi mutlaka inanırdı, o halde sen mi insanları inanmaları için zorlayacaksın?" (10/Yûnus, 99) buyurulmakla, Allah'ın insanoğluna bahşettiği kendisine inanıp inanmama özgürlüğüne işaret edilmiştir. Yoksa tüm insanları, mü'min ve itaatkâr kullar olarak yaratması ve yeryüzünde hiçbir kâfir kul bırakmaması işten bile değildi. Fakat o zaman insanoğlunun yaratılmasının altında yatan hikmet, geçersiz hale gelirdi.[505]



Bazılarına göre bu hürriyet, dine girmeden öncedir. Kimse, zorla müslüman edilemez, ancak dine girdikten sonra dilediği gibi davranamaz, onun kurallarına uymak gerekir. Bu doğrudur, bir sistemi benimsemek onun kurallarına uymayı kabul etmek anlamına gelir. Aykırı davranışların müeyyideleri de olmalıdır. Ancak, İslâm'ın insanlara tanıdığı din ve vicdan hürriyetini müslüman olmadan önceki bir zamana hasretmek sadece bir izah tarzıdır ve böyle bir davranış, Hıristiyan ve Yahûdilere tanınan din ve vicdan hürriyetinin Müslümanlardan esirgenmesi demektir ki, nasslarda böyle bir sınırlama mevcut değildir.[505]



"Din ve inanç hürriyeti var" diyoruz, ama İslâm dininden dönen kişinin (yani ben müslüman değilim diyen insanın) öldürülmesi gerektiği konusunda hâlâ büyük bir ittifak var. Yani, din hürriyetini hıristiyana, yahûdiye tanıyoruz, ama müslümana tanımıyoruz gibi bir kanaat var. Yani hıristiyan hıristiyan olarak, yahûdi yahûdi olarak kalacak, ama Mehmet Aydın dinden çıkarsa? Onun cevabı pek hoş değil. "Lâ ikrâhe fi'd-dîn gayi müslimler içindir, müslümanlar için değildir" diyenler, böyle anlayanlar var; hâlâ bu böyle yorumlanıyorsa ciddî bir inanç hürriyeti problemi var demektir.[505]   



Zorla iman olmaz. Gönül ferahlığı ile dinden çıkan kişinin, inandıktan sonra inkâr eden kimsenin cezası nedir? Kur'ân-ı Kerim, buna bir ceza koymamıştır. Şöyle bir kural konabilir: "Toplum hukukunu ilgilendiren, toplum haklarına dokunan suçlar işlendiği takdirde Kur'an'ın ona belirlediği cezalar vardır, ama toplumun haklarını ilgilendirmeyen, Allah ile kul arasında kalan tamamen vicdanî meselelerde suç işleyen kimselerin Kur'an'da bir cezası yoktur." Yani bir adam hırsızlık yaparsa, bu, toplumun hakkına saldırıdır. Allah katında günah ama aynı zamanda toplum hakkına da saldırıdır. Bir adam zina ederse bu, toplum hakkına saldırıdır. Allah katında suç olduğu gibi, bir de toplum düzenine saldırı var. Bunların elbette cezaları vardır. Ama oruç tutmamanın dünyada cezası var mıdır? Yoktur; cezası âhirettedir. Yani Allah ile kul arasında olan suçların cezası uhrevîdir, ama toplum düzenini ihlâl eden suçların cezası dünyevîdir. Âhirette Allah onu ya affeder veya etmez; o ayrı bir konu. İrtidad da tamamen Allah ile kul arasında olan bir meseledir. O yüzden cezası uhrevîdir. Sonradan bir ceza uygulanmış ama bu Kur'an'ın getirdiği bir ceza değil. O toplumun yaptığı ictihaddır.



Bugün biz Kur'an bağlamında düşündüğümüz zaman görürüz ki, irtidâdın cezası olmadığı gibi, dinde de zorlama yoktur. Adam "ben dine inanmıyorum, dinden çıkıyorum" derse çıksın, biz onu zorlamayız ama ikaz ederiz. Kabul eder veya etmez, o ayrı mesele. Zaten "inan!" diye zorlasak, o da "inandım" dese, acaba gerçekten inanmış mıdır? Bu, bir vicdan işidir. Hatta bir sahâbî savaşta bir insanı selâm verdiği (Lâ ilâhe illâllah dediği) halde öldürüyor. Durumu Peygamberimize iletiyorlar. Peygamberimiz onu öldüren kişiye "neden öldürdün?" diyor. O da, "sadece korkusundan, öldürüleceği endişesiyle selâm verdi (Lâ ilâhe illâllah dedi)" diyor. "Hel lâ şekakte kalbehu = kalbini yarıp da baksaydın ya" diyor. Biz, adamın zâhirine, görünüşüne değer veririz. Dinde zorlama yoktur. Ama hukukî meselelerde elbette zorlama olacaktır. Farazâ şimdi bir Alman, Türk vatandaşlığını kabul etse, bu adam T.C.'nin kanunlarına uymayı kabul etmiş demektir, ona uymak mecbûriyetindedir. T.C.'nin kanunlarına göre suç olduğu halde; "ben hırsızlık ederim, adam öldürürüm" diyebilir mi? Devlet, ona keyfî hareket etme serbestliğini verir mi? Elbette ki vermez. İslâm da hiçbir müslümana kendi kurallarını çiğneme hakkını vermez. Aksi halde nizam diye, hukuk diye bir şey kalmaz. Elbette bu konularda zorlama vardır. Ama iman meselesinde bir zorlama yoktur.[505] 



Hayreddin Karaman Hoca ise, bu konuda şunları söylemektedir: “İrtidad, bir insanın müslümanken İslâm’ı terk edip dinsiz olması, yahut başka bir dine geçmesi demektir. Öyleyse şimdi müslüman değilken din değiştirse, ona irtidad demiyoruz. Dilediğine inansın, dilediğine geçsin. Müslüman olmayan bir insanın din değiştirmesi zaten serbesttir. Müslüman bir kimsenin din değiştirmesidir problem. Şimdi korkuyor ya bir kısım insanlar, “ya gelirseniz ne olacak?”



Bugün Türkiye’de yaşayanların % 99,6’sı müslüman(mış); iyi de, şimdi, bazı alevî vatandaşlarımız çıkıyor, diyorlar ki: "25 milyon alevî var". Onlara soruyoruz: “Bu alevîlik nasıl bir şeydir?” Anlatıyorlar; bir kısmının anlattığı şeyin İslâm’la alâkası yok. Zaten böyle alevîlere soruyorsun, diyorlar ki; “biz bir kere sünnî değiliz ya, bizimki İslâm da değil; apayrı bir kültürdür, vs.dir.” Bu, tüm alevîler için doğru olmadığı halde, onların sözcülüğünü üstlenen niceleri böyle diyor, en azından böyle olanlar da var. Başka birileri çıkıyor, diyor ki: “Ülkemizde şu kadar falan dinden insan var, şu kadar filan inançtan kişi var, şu kadar şu ideolojiye mensup insan var. Bunlar söyleniyor. Kaleme vuruyorsun, neticede % 99 gibi bir şey gözükmüyor. Bunların hepsini biz müslüman sayıp da, yarın adam “ben müslüman değilim” deyince, mürted sayma hakkımız var mı? Bu soru olarak ortaya atılan cümlenin cevabı içinde vardır. Yani bu tür kimseleri mürted saymaya hakkımız yok. Biz, bu kimseleri henüz müslüman olmamış ham madde olarak kabul edeceğiz. Ham madde ama ahsen-i takvîme, eşref-i mahlûkata yönelik, ona tâlip ham madde. Bütün gayretimizle onlara İslâm’ı sevdirmeye çalışacağız, öyle düşmanca, merhametsizce, kılıçla, sopayla değil. Kur’ân-ı Kerim insanları nasıl İslâm’a kazanacağımızı, nasıl dâvet edeceğimizi anlatıyor. Orada müjde vardır, sevgi vardır, merhamet vardır, paylaşma vardır. İslâm’ın güzelliklerini anlatma, gönülleri ısındırma ve kazanma vardır. Biz bunları yaparak bu insanları kazanmaya çalışacağız, mesele budur ve korkulacak bir şey yoktur.



İkincisi, diyelim ki hakikaten bir müslüman, -Allah esirgesin- nasıl olduysa bir gün İslâm’dan şüphe etti ve dini bıraktı, dinden çıktı. Müslüman iken dinsiz oldu, başka bir dine intikal etti, ama meselâ müslümanların karşısına geçip müslümanlara hiyânet etmedi, müslümanların düşmanlarıyla onlara karşı savaşmadı, sadece dinini değiştirdi, İslâm dinini terk etti. Sırf bundan dolayı bu insan öldürülür mü? Bu soruya İslâm, bir tek cevap vermiyor. Öldürülür diyen var, öldürülmez diyen de. Nitekim Ebû Hanife diyor ki: Kadın irtidad ettiğinde öldürülmez. Niye? Çünkü kadın muhârip değildir. Yani kadın bilkuvve muhârip, savaşçı değildir. Bilfiil bazı kadınlar da savaşçı olabilir, ama olsun, potansiyel olarak genellikle kadınlar düşmanlara iltihak edip müslümanları vurmayacağı için kadın öldürülmez diyor.



Eğer bir insan, sadece dinini değiştirdiği için öldürülseydi, kadının da öldürülmesi lâzım gelirdi. Çünkü kadın da insandır ve kadının Allah’a kulluk mükellefiyeti bakımından erkekten hiçbir farkı yoktur. Öyle olunca, eğer bir insan, sadece dinini değiştirdiği için öldürülseydi, sebep bu olsaydı, o zaman dinini değiştiren kadın da öldürülürdü. O halde “İslâm’da mürted öldürülür” diyen fıkıhçının gerekçesi sadece din değiştirme değildir. Böyle olunca, başta kâfir olma hürriyeti olduğu gibi, insanların sonradan kâfir olma hürriyeti de vardır. İnsanlar zorla iman ettirilemez ve zorla iman içinde tutulamaz.”[505] 



Mürtede karşı tavır konusunda dikkatli olmak mecbûriyeti vardır. Önüne gelene, ‘kâfir’ damgası vurmak demek olan “tekfir hastalığı”na düşmemek, rastgele câhil müslümanlara ‘mürted’ mührü vurmamak gerekir. İnsanların yetişme tarzı, bilgilerinin azlığı, o bilgileri kullanma tavrı, İslâm’ı öğrenme kaynakları göz önüne alınmadan ‘tekfir’ etmek çok yanlıştır. Bir müslümanı onu dinden çıkaran davranış ve söz üzerinde bulursak, onun yanlışlığını düzeltmeye çalışmamız gerekir. Rastgele ‘kâfir’ damgası vurmak hem görevimiz değil, hem de müslümanların sayısını azaltmaktır. Sayımızın azlığı ancak düşmanlarımızı sevindirir.



Mürted’e verilecek ceza konusunda fıkıhçıların değişik görüşleri var. Bazıları, eğer toplu irtidat olmuşsa bu; İslâm toplumunun veya devletin güvenliğini ilgilendirdiği için, onlarla topluca savaşılır, zararları def edilir demektedirler.



Günümüzde batılı ülkelerin ulaştığı zenginlik ve kalkınma, birçok zayıf imanlı müslümanı onlara hayran ediyor. Bir kısmı da onların İslâm’a uymayan fikirlerini, hayat şekillerini benimsiyor, onlar gibi olmaya çalışıyor. Bu, gerçek İslâm’ı gereği gibi bilmemenin ve ona imanın zayıf olmasının bir sonucudur. Bazı müslümanlar da, yönetildikleri rejimler tarafından İslâm dışı ideolojilere, uyguladıkları eğitim, medya ve devlet politikasıyla inandırılmaya, Islâm’dan koparılmaya çalışılıyor.



Bugün yapılması gereken, ‘falanca adam küfür sözü söyledi ve mürted oldu, ona hangi cezayı verelim’ diye fetvâ arayışı değil; İslâm’ın, güzellikleri ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla insanlara ulaştırmak, hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır. Haksız ve gereksiz tekfîr mantığı haksız ve kolaycı bir davranıştır. Hiç bir yararı da yoktur.[505]



Kanaatimize göre, mürtedden kasıt, İslâm nizamına, İslâm devletinin varlık ve bütünlüğüne karşı çıkıp ona baş kaldırmak için dinden dönmedir. İşte dört mezhebin ittifakıyla mürtede uygulanan idam cezâsı, bu düşünceyle dinden dönmenin cezâsıdır, yoksa kılıç zoruyla insanları dinde tutmak için değildir. Birçok âyette belirtildiği gibi, dini zorla kabul ettirmek gibi bir şey zaten yasaklanmıştır (Bkz. 2/Bakara, 256; 10/Yûnus, 99; 18/Kehf, 29 vb.).



Muhammed Hamidullah’ın şu sözleri de bu kanaatimizi desteklemektedir: “İrtidâd suçu, İslâm milletine karşı işlenen bir bağy (isyan) suçu olduğundan, hem siyasî, hem de dinî cezâ gerektirmektedir.” (Vâkıdî, Kitâbu’r-Ridde, Hamidullah’ın Mukaddimesi, s. 9). Bilindiği gibi, bağy suçunun cezâsı, Hucurât sûresinin 9. âyetiyle sâbittir. Peygamberimiz döneminde mürted olan ve sayıları hiç de az olmayan insan çıkmıştır. Hicreti göze alamadığı için Mekke'de kalmaya devam eden ve çevre  şartlarına, oradaki baskılara dayanamayıp irtidad edenler, Habeşişsatan'a hicret edip oranın şartlarına uyum sağlayıp irtidad edenler vardır. Yine, Hz. Peygamber'e vahiy kâtipliği yapmış olan Kays, sonradan mürted olup kaçmıştır. Hz. Peygamber, bu mürtedlere herhangi bir ceza uygulamamıştı. Yani Rasûlullah'ın fiilî sünnetinde mürtedlere idam cezası gibi bir hükümden bahsetmek doğru değildir. Mekke'nin fethi sırasında Hz. Peygamber'in öldürülmelerini emrettiği bazı müşrikler yanında kimi mürtedler varsa da, bunlar, salt mürted oldukları için bu cezâya çarptırılmamıştır. Mürted olduktan sonra İslâm düşmanlarını müslümanların aleyhine kışkırttıkları için, İslâm'a büyük oranda zarar vermeye çalıştıkları, savaşçı konumları için bu cezaya müstahak olmuşlardır. (Ayrıntılı bilgi için bkz. İbn Hacer, el-İsâbe, II/317). Hatta bunlardan bir kısmı tekrar müslümanlığı kabul etmiştir.     



Özellikle Hz. Ebû Bekir (r.a.) döneminde “ridde savaşları” diye bilinen savaşlar, hele zekât gibi o dönemde devlete verilen bir vergiye itiraz edenlere karşı uygulandığı gözönüne alınınca, bunların bağî/isyankâr oldukları, meşrû İslâm devletine karşı ayaklandığı, savaşçı konumunda oldukları ve bunun cezâsı olarak kendileriyle savaşıldığı değerlendirilmelidir. Hz. Ebû Bekr'in mürtedlere ve zekât vermeyenlere karşı savaş açması, tamamen devletin düzenini yıkma girişimlerine karşı verilmiş bir savaştır. Tarihte devlet adamları, kamunun yararını dikkate alarak bazı uygulamalarda bulunmuş olabilirler, ama bunlar siyasî amaçlıdır, başkaldırılara karşı tedbirden ibârettir. Yoksa, savaşçı konumunda olmadıkları için kadınların sırf irtidad ettikleri için öldürülmemeleri gerektiği hükmü de değerlendirilmemiş olur. Dolayısıyla İslâm’la ve/veya müslümanlarla savaşçı durumunda olan ister önceden beri kâfir/müşrik, ister mürted kimselerle savaşılır, onlar öldürülür. Ama savaşçı durumunda olmayan kendi halindeki mürtedlerin öldürülmesi, Kur’an hükümlerine uygun değildir, Kur’an’ın inanç özgürlüğü ilkelerine terstir. İslâm fıkhında dört mezhebin ittifak ettiği mürtedin idamla cezalandırılması hükmü, devletin düzenine karşı başkaldırması ve bir bağy suçu işlediği içindir. Yoksa, Şeltut'un da dediği gibi; kendi kendi kendine, İslâm'ı karalayıp suçlamadan bir başka dini benimseyen kimseye idam cezası verilmez (Mahmut Şeltut, el-İslâmu Akîdeten ve Şerîah, s. 301).



Peygamberimiz (s.a.s.)'in müslümanlar arasında münâfıkların varlığından haberdar olduğu halde, bu insanları cezalandırmadığı, hatta onları mescidinden kovup mahcup etmediği bilinmektedir. Bu da, müslümanların ne kadar hoşgörü sahibi olduğunun bir delilidir. Bunun için diyoruz ki, mürtedin ölüm cezasına çarptırılması, İslâmî sisteme, devletin egemenliğine karşı çıkma haliyle sınırlıdır (M. Şeltut, a.g.e. s. 301). Bugün hemen hemen bütün dünyada bu suçu işleyenlerin cezası hep aynıdır; idam.         



Mürtedin dinden çıktığını herhangi bir şekilde ilân etmesi gerekir. Aksi takdirde onun dinden döndüğüne hükmedilemez. Çünkü o takdirde bu kişi mürted değil; münâfık sayılır. Bu ilân ile de İslâm nizamını hiçe saymış olur, mürted, bu davranışıyla kendisi gibi olanları bu yola teşvik etmiş, İslâm aleyhinde en azından soğuk savaş başlatmış, yıkıcı propagandaya girişmiş olur. En azından zayıf inançlı kişilerin kalplerine şüphe tohumlarını ekmiş olur. Bütün bunlar, toplumun sarsılmasına ve İslâm nizamının zedelenmesine sebebiyet verir. Bunlar büyük suçlardır. İslâm'da kimsenin gizli hallerini araştırmak, yani tecessüs câiz olmadığına göre (49/Hucurât, 12), fıkıhçılar tarafından irtidâd için öngörülen idam cezâsı, aslında bu davranışın açıkça propaganda yoluyla İslâm nizamına karşı gelinmesinden dolayıdır.



Dinden çıkma ile, dine karşı çıkma ayrı ayrı şeylerdir. Fıkıhçılara göre, idam cezasına çarptırılan mürted, dinden dönen herhangi bir kimse değil; dine karşı saldırıya geçen savaşçı kimliğindeki insandır.



İrtidâd, akıllı ve bâliğ kimsenin zorlama olmadan İslâm dinini fiil, söz veya inanç bağlamında terketmesiyle gerçekleşir. Delinin, aklı ermeyen çocuğun ve mükrehin/zorlananın dinden dönmesi geçerli değildir. Kişinin sözlü, fiilî veya itikadî olarak gerçekleştirdiği davranışının dinden çıkmayı gerektirdiğini bilmesi ve bunu bilerek yapması gerekir. Hatta Şâfiî’ye göre, kişinin bu işi bilerek yapması da yetmez, dinden çıkmaya niyetlenmesi de gerekmektedir. Çünkü ameller niyetlere göre değer kazanır (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1; Itk 6, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Talâk 11; Eymân 23; Müslim, İmâre 155; Ebû Dâvud, Talak 11; Nesâî, Tahâre 59, Talak 24, Eymân 19; İbn Mâce, Zühd 26; Abdülkadir Udeh, et-Teşrîu’l-Cinâiyyü’l-İslâmî, 2/719). 



Özellikle, günümüz câhiliyye ortamlarında insanlar, müslüman olduğunu iddiâ edenler, ya da müslümanların yaşadığı yerlerdeki insanlar, çevrelerinden İslâm’ı ne kadar, doğru bir şekilde öğrenme, güzel örneklerini görme imkânlarına sahiptir? Çoğunlukla bid’at ve hurâfelerle yer yer tahrife uğramış, medyada, okullarda, hatta kimi câmilerde tanıtılan ve yaşanılan İslâm’ın ne oranda gerçek İslâm olduğu sorulmalıdır. Ve bütün bu olumsuz şartlar içinde insanın bazen hurâfelere, zâlimlerle işbirliği yapanlara karşı çıktığını zannedip değerlendirerek hak adına hakka karşı çıkabildiğini unutmamak gerekiyor. Câhillik, bilinmeyen İslâm’a karşı çıkmayı neticelendirdiği gibi, bazen bu câhiller sevdiği(ni zannettiği) dinin gerçeklerine karşı çıkıp çıkmadığını bile bilip değerlendirmeden aklına göre bir hükmü kabul etmeyebiliyor. Nice insan İslâm için kendini belki fedâ edebilecek durumda Allah’ı ve Rasûlünü sevdiği halde, düzen ve ortamın kurbanı olarak, ilim ve amel konularında da ihmalin neticesi, bazı müslümanlarca mürted ilan edildiği için idamı hak eden duruma düşebiliyor. Acınması ve kurtarılması gereken bu zavallılara karşı görevlerini yerine getirmeyen müslümanların, bunları asılması gereken insanlar olarak ilân etmeleri ne kadar doğru olur? Bunlara ne verdik ki, ne istiyoruz? Bataklıktan, hele gübrelikten çok güzel kokulu güller mi çıkacak? Tek tük çıksa bile, gübreliğin gülistan olmasını beklemek idealizmin anormallik boyutu değil midir? Bataklık/gübrelik kurutulmadan b... böceklerinin veya sivrisineklerin önüne geçmek mümkün mü? Cehâlet, aldatmalar,  saptırmalar, akın kara, karanın da ak gösterilmesi gibi tavırlar değerlendirilmeden ve bunlara çözümler bulunmaya çalışılmadan insanların hakka tümüyle nasıl teslim olabileceğini düşünmek gerekiyor. Derdimiz bağcı dövmek değil, üzüm yemek olmalı. Yargı yerine dâvet öne çıkmalı, tekfir ve mürtedlik damgalamasıyla öldürülecek adam aramak yerine; ihyâ edilecek, hidâyetlerine sebep olunacak tavırlar gerekiyor. Mesleğimiz yargıçlık değil, itfaiyecilik ve doktorluk olmalı. Bilinçli şekilde savaşçı konumunda olmayanları öldürmeye değil, onları kurtarmaya, ihyâ etmeye koşmalıyız. Militanlık değil, merhamet fedâiliği gerekiyor ıslah için, amel-i sâlih için, hakkı ve sabrı tavsiye için. Unutmayalım ki, bir canı kurtaran/ihyâ eden, bütün insanları kurtarmış gibi; haksız yere birini öldüren de bütün insanları öldürmüş gibi olur (5/Mâide, 32).