İNKÂR

İnkâr etmek, bilmemek, hoş görmemek, nehy etmek. Kur'an-ı Kerîme ait bir terim olarak, imanın zıddı olan küfür ve tekzib, inkârla eş anlamlıdır. Küfr veya kefr, bir şeyi örtmek demektir. Kalbindeki inancını örten kişiye "kafir" dendiği gibi "münkir" de denir. Tövbe ve ibadet niteliği taşıyan bazı oruç ve maddî tasadduk gibi cezalar da, günahları örttüğü için "keffaret" diye adlandırılmıştır (el-Bağdâdî, Usûlü'd-Dîn, İstanbul 1346/1928, s. 248; ez-Zühaylî, e/Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, III, 388 vd.).



Küfür terimi bazen nimeti inkâr anlamında kullanılır. Ayette şöyle buyurulur: "Öyleyse Ben'i anın ki, Ben de sizi anayım. Bana şükredin ve Bana nankörlük etmeyin" (el-Bakara, 2/152). Abdullah b. Abbas'ın naklettiği bir hadiste Allah elçisi şöyle buyurur: "Cehennem bana gösterildi. Orada bulunanların büyük çoğunluğunun küfreden (inkâr eden) kadınların oluşturduğunu gördüm". Bunun üzerine; Allah'ı inkâr eden kadınlar mı? denildi. Hz. Peygamber (s.a.s) cevaben: "Kocalarını ve kocalarının yaptığı iyilikleri inkâr edenler. Sen onlardan birisine ömür boyu iyilikte bulunsan, hoşuna gitmeyen bir davranışını görünce; "Senden hiçbir iyilik görmedim" der (Buhârî, İmân, 20; Müslim, Küsûf, 3; Nesaî, Küsûf, 17; Ahmed b. Hanbel, I, 298) buyurdu.



Eş'arî ve Mâturîdî kelâmcılarının çoğunluğuna göre, zarûrât-ı diniyyeden* olduğu kesinlikle bilinen şeylerin tamamını veya bir bölümünü kalben tasdik etmeyen kimseye "kâfir" veya "münkir" denir. Eş'arî kelâmcısı el-Âmidî (ö. 631/1233), müminle münkir arasında dünyevî hükümlerdeki farklılığı dikkate alarak şöyle tarif etmiştir: "Kişiyi, hâkimlik, devlet başkanlığı, şahitlik, ganîmetlerden yararlanma, cenaze namazının kılınması, müslüman mezarlığına gömülmesi gibi, müslümanlara mahsus hallerden mahrum bırakan bir hükümdür" (el-Âmidî, Ebkâru'l-Efkâr, vr. 265a; el-Taftâzânî, Şerhu'l-Makâsıd, İstanbul t.y., II, 267; el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, İstanbul 1311 H. III, 253; el-Gazzâlî, el-İktisâd, Mısır t.y., s. 112; Ahmed Saim Kılavuz, İman-Küfür Sınırı, İstanbul 1982, s. 56).



İnkâr edildiği zaman sahibini dinden çıkaran veya dine girişini engelleyen "zarûrât-ı diniyye"; Hz. Peygamber'in tebliğ ettiği, tevâtür yoluyla sabit olan, derin bir düşünce ve muhâkemeye ihtiyaç duymaksızın halkta kesin bir bilgi sonucu meydana gelen ve yine müslüman toplumun zarûrî ilim diye bilinen bir bilgi ile benimseyip kabul ettiği, tevhit dininin ana inanç konularıdır.



Kalbiyle tasdik ederek, kelime-i şehadet adı verilen; "Allâh'tan başka ilâh olmadığına, Hz. Muhammed'in onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim" sözünü söyleyen kimse "mümin" sıfatını kazanır. Buna "icmali iman" denilir. Bundan sonra, "âmentü" de ifadesini buları iman esasları gelir. Altı iman esası şunlardır: Allâh'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna iman etmek (Buhârî, İman, 37).



Ehl-i sünnet bilginlerine göre, bir şeyin iman esası olabilmesi için Kur'an-ı Kerîm veya mütevâtir hadise dayanması gerekir. Meşhur veya âhad haberler, kesin bilgi vermedikleri için inanç konusunda delil kabul edilmezler. Ancak İslâm hukukçularının çoğunluğu, meşhur hadîsi inkârın, kişiyi sapıklık (dalâlet) içine düşüreceği görüşündedir. Bu arada, meşhur hadisi inkârın mütevâtir hadisi inkâr gibi sonuç doğuracağını söyleyenler de olmuştur (Alî el-Kârî, Şerhu'l Fıkhı'l-Ekber, Mısır 1323 H., s. 149; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, Bulak 1310 H., II, 265).



İmam er-Rabbânî (ö. 1034/1625) inanılması zarûrî olan ve inkâr edilmesi hâlinde kişiyi dinin dışına çıkaran "zârûrât-ı diniyye" adı verilen esasları sınıflara ayırır ve bunlara ayrı ayrı imanın farz olduğunu belirtir. Bu esaslar şunlardır:



1. Allah'ın varlığına ve birliğine iman, indirilmiş olan semâvî kitapların ve sahîfelerin hak olduğuna iman, peygamberlere, meleklere, ahiret gününe, kıyamet günü uzuvların toplanacağına yani insanların yeniden diriltileceğine, cennet ve cehennemde mükâfat ve azabın sonsuzluğuna, gök düzeninin bozulacağına, yıldızların dökülüp, yer ve dağların paramparça olacağına... iman.



2. Beş vakit namazın farz olduğuna, rek'atlerin sayısına, zekât, ramazan orucu ve hacc'ın farz olduğuna iman,



3. Şarap içmenin, haksız yere adam öldürmenin, ana-babaya karşı gelmenin, hırsızlık, zina, yetim malı yemek, faiz yemek ve benzeri yasakların haram olduğuna imandır. Bu sayılanlar, tevâtür yoluyla sabit olup, dinden oldukları konusunda hiçbir şüphe yoktur.



Yukarıda belirtilen zarûrât-ı diniyye kapsamına giren itikâdî, ameli veya ahlâkî hükümlerin tamamını veya bir bölümünü yahut da içlerinden bir tanesini kabul etmemek, kişiyi inkârcı durumuna düşürür.



Küfür, meydana geliş şekli, sebebi ve yeri bakımından dört kısma ayrılır.



1. Küfr-i inkârî: Allâh'ı, Hz. Peygamber'i ve onun getirdiği esasları inkâr etmek gibi."Ey Muhammed! Şüphesiz, inkârcıları uyarsan da uyarmasan da birdir. Onlar iman etmezler" (el-Bakara, 2/6) ayetinde sözü edilen zümre bu gruba girer.



2. Küfr-i cühûd: Allâh'ın varlığını kalben bildiği halde; kibri, gururu sebebiyle ikrar etmemesi ve diliyle inkâr etmesidir. Şeytan ve benzeri kişiler bu gruba girer. Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Bir zamanlar meleklere: Âdem'e secde edin " demiştik. Bunun üzerine onlar Âdem'e secde ettiler, İblis hâriç. O diretti, büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu" (el-Bakara, 2/34; bk. Sâd, 37/74; el-Kasas, 28/39). "İşte kendilerine bildikleri (bekledikleri o Kur'an) gelince, onu inkâr ettiler" (el-Bakara, 2/89).



3. Küfr-i İnâdî: Kişinin, hakikatı kalben bilmesine ve zaman zaman diliyle de ikrar etmesine rağmen; sapıklık, kıskançlık, kapris, şan, şöhret, makam ve kavmiyetçilik gibi sebeplerle İslâm'ı bir din olarak kabullenmemesidir. Buna, düşünce arkadaşlarından, dost ve hısımlarından utanıp, gurur yüzünden küfre düştüğü için "küfr-i ârî" de denilmiştir. Hz. Peygamber'in amcası Ebû Tâlib'in (ö. 619 m.) küfrü böyledir. Rasûlüllah (s.a.s) çeşitli zamanlarda amcasını İslâm'a davet etmesine ve amcasının da bu daveti hoş karşılamasına rağmen, sırf arkasından "Ebû Tâlib ölümden korktu da atalarının dininden döndü" sözünü söyletmemek için Ebû Tâlib, müslüman olma şerefine erişememiştir (Buhârî, et-Tefsîr, Sûre, 28; Müslim, İmân, 9; Tirmizî, et-Tefsîr, 29; Nesaî, Cenâiz, 102).



4. Küfr-i nifâk: Kişinin, inanılması gereken şeyleri diliyle ikrar etmesi, fakat kalbiyle tasdik etmemesidir. Münafıkların inkârı böyledir. Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:"Bir kısım insanlar vardır ki:"Biz Allâh'a ve ahiret gününe iman ettik" derler. Halbuki onlar inanmış değillerdir. Allâh'ı ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar. Fakat bunun farkında değillerdir. Onların kalblerinde hastalık vardır. Allah, bu hastalıklarını daha da artırmıştır. Yalan söylediklerinden dolayı onlar için can yakıcı bir azap vardır" (el-Bakara, 2/8-10).



Münkir ve müşrik terimleri arasında da bazı farklar vardır. Şirk sözlükte, ortak kabul etmek demektir. Terim olarak ise; Allahu Teâlâ'nın ilâhlıkta, sıfat ve fiillerinde esi, benzeri ve ortağı bulunduğuna inanmaktır. Bu inançta olana da müşrik denir. Şirk, sadece Allah'a ortak koşmakla meydana gelir. İnkâr ve küfür ise; küfür sayıları inançlara sahip olmak veya zarûrât-ı diniyyeyi kabul etmemekle gerçekleşir. Ebû Hanîfe'ye göre, küfür şirkten daha genel olup, şirki de kapsamına almaktadır. Bu anlamda her müşrik kâfirdir, fakat her kâfir müşrik değildir. Kur'an-ı Kerîm'de kâfir sayıları ehl-i kitapla müşrikler ayrı ayrı zikredilmiştir. "Ehl-i kitaptan ve müşriklerden kâf r olanlar kendilerine apaçık bir huccet, içinde en doğru hükümler yazılı temiz sahifeleri okuyacak, Allah'tan bir peygamber gelinceye kadar (gûya dinlerinden) ayrılacak değillerdir" (el-Beyyine, 98/1 vd.)."Meryem oğlu İsa Mesih Allah'tır" diyenler, şüphesiz kâfir olmuştur" (el-Mâide, 5/17). Bazı âlimlere göre ise, küfür ve şirk eş anlamlıdır. Çünkü hristiyanlar baba, oğul ve rûhu'l-Kudüs'ten oluşan üçlü ilâh (teslîs) inancıyla şirke düşmüşlerdir. Yahûdîler de, hahamlarını sân' ve rab yerine koyarak Allâh'a şirk koşmuşlardır (İbn Hazm, el-Fasl fi'l Milel, Beyrut 1395/1975,III, 222 vd.).



Mürted ile kâfir arasında da fark vardır. Kâfir veya münkir bastan itibaren küfür içinde kalmış ve İslâm'ı kabul etmemiş kimsedir. Mürted ise, bir süre müslüman olarak yaşadıktan sonra İslâm'ı terkeden kimseye denir. Ayette şöyle buyurulur: "Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah, onların yerine kendisinin onları, onların da kendisini sevdiği, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise, güçlü ve şerefli olan, Allah yolunda cihat eden ve kınayanın kınamasından korkmayan bir kavim getirir" (el-Mâide, 5/54).



Küfür anlamında inkârla, irtidâd, İslâm hukukunda farklı hükümlere tabidir. Kişinin küfürden kurtulup, iman sahibi olması toplumda mümin muâmelesi görmesini gerektirir. Müslüman olduğunu ikrar ve ilân etmekle, malını, canını, ırzını her türlü saldırıdan korumuş olur.



Küfürden kurtulup İslâm'a girme şu şekillerde olabilir:



1. İslâm'a girdiğini açıkça ilân etmesi: Bu, ya kelime-i sehâdeti ifade etmekle ya da eski inancından vazgeçtiğini belirterek, kelime-i şehadeti okumasıyla gerçekleşir. Bu konuda küfür ehli dört sınıfa ayrılır a) Allah'ın varlığını inkâr edenler. b) Dehriyye gibi. Allah'ın birliğine inkar edenler. Putperestler ve ateşe tapanlar gibi. c) Allah'ın varlığına ve birliğine inandığı halde nübüvvet ve risâleti inkâr edenler. d) Yalnız Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr edenler.



Birinci ve ikinci sınıfa dahil olan münkirlerin, müslüman sayılması için, "lâ ilâhe illâllâh (Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur)" veya "Eşhedü enne Muhammedu'r-Resulullah (Muhammed'in, Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet ederim)" cümlelerini kalben inanarak söylemesi yeterlidir. Böylece kişi, toplumda sosyal statü değiştirmiş olur. "İnsanlarla "Lâ ilâhe illâllah" deyinceye kadar savaş yapmakla emrolundum. Bunu söyleyince haklı durumlar dışında canlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Artık onların hesabı Allah'a kalmış bulunur" (Müslim, İman, 32-36; Buhârı, İman, 7, 28, Salât, 28; Zekât, 1, İ'tisâm, 2, 28; Ebû Dâvud, Cihâd, 95; Tirmizi, Tefsiru Sûre, 88; Nesâî, &kât, 3; İbn Mâce, Fiten, 1-3), Bunu tamamlayıcı nitelikteki başka bir hadiste de şöyle buyurulur: "Kim "Lâ ilâhe illâllâh" der ve Allah'tan başka taptıklarını terkederse, malı ve canı haram olur (konuma altına girer). Onun hesabı artık Allah'a kalmıştır" (Müslim, İmân, 37; Ahmed b. Hanbel, III, 472).



Temelde peygamberlik müessesini inkâr edenin, yalnız "Lâ İlâhe İllallah" demesi, müslüman sayılması için yeterli değildir. Hz. Muhammed'in peygamberliğini kabul ederse, müslümanlığına hükmedilir. Yalnız Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr eden yahudi ve hristiyanların İslâm'a girebilmesi için kelime-i şehadet yanında, önceki dinlerini terkettiklerini de kalben inanarak ifade etmeleri gerekir. Onların müslümanlığı; "Ben müminin", "Ben müslümanım", "Ben iman ettim" veya "İslâm'a girdim" gibi mücerred sözlerle gerçekleşmez. Çünkü onlar, bu ifadeleri kendi içlerinde ve kendi dinleriyle ilgili olarak da kullanmış olabilirler. Ancak daha sonraki asırlarda şartların ve kavramların değişikliğe uğraması sonucu, ehl-i kitaptan birisi "Ben müslümanım" derse, onun müslüman olduğuna hükmedilmiştir. Fetvâ da bu son görüşle verilmiştir (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, Mısır, t.y., III, 315).



Allah'a şirk koşanın "Ben müslüman oldum" vb. sözleriyle İslâm'a girdiğine hükmedilir. Delil şu hadistir: Mikdâd b. el-Esved (r.a) şöyle dedi: "Ey Allah'ın elçisi, şu konuda ne dersiniz?; kâfirlerden bir adama rastladım. Benimle savaştı ve kılıçla vurarak bir elimi kesti, sonra da benden kaçarak bir ağacın arkasına sığındı ve "Ben Allah için müslüman oldum" dedi. Bunu söyledikten sonra onu öldürebilir miydim? Hz. peygamber (s.a.s); "Onu öldürme" buyurdu" (Müslim, İman, 155; Ebû Dâvud, Cihât, 95).



2. Zimnen İslâm'a girmiş sayılma: Bir hristiyan, yahudi veya müşriğin, müslüman cemaate katılarak onlarla birlikte namaz kılması, müslüman olduğunu gösterir. Çünkü namaz, İslâm'daki şekliyle önceki dinlerde yoktur. Ancak Şâfiîler, mücerred namazın, İslâm'a girmiş sayılmak için yeterli olmadığı görüşündedir.



3. Tebean İslâm'a girmiş sayılma: Küçük çocuk, ana-babaya tabi olarak İslâm'a girmiş sayılır. Ebeveyn'den yalnız birisi İslâm'a girmiş bulunursa çocuk ona tabi olur. Hadiste; "İslâm yücedir, onun üzerine yücelinmez"(Buhârî, Cenâiz, 79)buyurulur.



Diğer yandan, savaş sırasında yakalanıp, İslâm ülkesine getirilen esir çocuklar da, ülkeye (dâr) tebean müslüman sayılır (bk. el-Kâsânî, Bedâyiu's Sanâyi: Beyrut 1328/1910; VII, 102 vd.; İbn Âbidîn, a.g.e, III, 316; İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire t.y., VIII, 143; Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, VI, 428).



Ehl-i küfrün, mallarını ve canlarını koruması, İslâm ordusu onları zorla yenmeden önce müslüman olmaları şartıyla mümkündür. Bu takdirde onlar öldürülmez ve malları kendilerinde bırakılır. "İnsanlarla Lâ İlâhe İllallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum..." hadisi ile "Kim bir malı varken müslüman olursa o mal kendisinde kalır" (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 11; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 310) hadisi bunun delilidir.



İslâm ordusu küfür ehli olan düşmanı yendikten sonra, İslâm'ı kabul eden erkeklere ait menkul ve gayrimenkuller, kadınlar ve büyük çocuklar müslümanların fey'i (ganimet) olur. Burada kadın kâfir harbî sayıldığı gün, İslâm'a giren kocasına tabi olmaz. Büyük çocuklar da kâfir harbî hükmüne tabi olurlar.



Çoğunluk İslâm hukukçularına göre, İslâm; anne veya baba, dâru'l harpte olsun veya dâru'l-İslâm'da bulunsun İslâm'a girince, küçük çocukları korur. Çünkü küçük çocuk dinî bakımdan ana-babadan en hayırlı olana tabi olur. Bu konuda ittifak vardır. Kur'an'ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "İman edip de, zürriyetleri de iman ile kendilerine tabi olanlar (yok mu) biz onların nesillerini de kendilerine kattık. Kendilerinin amelinden bir şey de eksiltmedik. Herkes kazancı karşılığında bir rehindir" (et-Tûr, 52/21).



Hanefilere göre, bir küfür ehli, dâru'l-İslâm'da İslâm'a girdiği zaman, dâru'l-harp'te bulunan küçük çocukları, babalarının müslüman olmasıyla, müslüman olmuş sayılmaz. Burada ülke ayrılığı yüzünden aralarındaki birinin diğerine tabi oluşu kesilmiştir. Kadın ve büyük çocukların ise müslüman veya küfür ehli sayılması için koca veya ana-babaya bağımlı olmadığı konusunda görüş birliği vardır (el-Kâsânî, a.g.e, VII, 102 vd.; İbn Abidîn, a.g.e., III, 316; İbn Kudâme, a.g.e., VIII, 143). Herkes prensip olarak büluğ çağından sonra bağımsız velayet sahibidir, İslâmî emir ve yasakların muhatabıdır. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:



"Herkesin kazandığı kendisinden başkasına ait değildir" (el-En'âm, 6/164).



"Herkes kazancı karşılığında bir rehindir" (et-Tûr, 52/21).



Hamdi DÖNDÜREN