İmam ve Ümmet Münâsebeti:

Kur’an’da “imam” kavramının “ümmet” kelimesi ile yakın ilişkisini görmekteyiz. Biri anlaşılmadan ve gerçekleşmeden, diğerinin de anlaşılması ve gerçekleşebilmesi mümkün değildir. Zira ümmetin oluşumunda onlara belli bir düşünme, davranış ve yapı kazandıran imamdır/önderdir. İşte bu sebeple, Allah her topluma, bir imam ve rehber olan peygamber göndermiştir ki, toplumu karanlıklardan aydınlığa çıkarsın.[505] Onlara, Kitapla yol göstersin, ışık tutsun, o toplum içerisinde kendisine iman edenlerin karşılaştıkları problemleri çözümlesin. Tek kelimeyle hakka, hidâyete yöneltsin; onların dünyalarını mâmur ettiği gibi, âhirette de kurtuluşlarına sebebiyet verecek aydınlık ve nurlu yolu (sırât-ı müstakîmi) göstersin. Allah, bozulmaya yüz tutmuş, kokuşmuş câhilî toplumlara peygamberler gönderir. Ellerinde kılavuz ve rehber (imam) olarak Kitab vardır. Rasüller, toplumlarını o Kitaba iman etmeye ve onunla amel etmeye çağırırlar. İman edenlere, Kitabı ve onun hikmetini öğretirler. Onları birtakım kötü davranış ve düşüncelerden, nefsin kötü arzularından arındırarak onlara rehberlik ederler. Dâvet etmiş oldukları doğrularla insanları fiilî olarak eğitirler; bu bilince dayalı sahih davranışlarda bulunan sâlih bir toplumu, müslüman bir ümmeti oluştururlar.



Artık o toplumun önünde imam olan peygamber ve ellerinde Allah’tan gelen Furkan vardır. O Furkan olan Allah’ın kitabıyla/hükmüyle hakkı bâtıldan ayırmaya çalışırlar. Zâlim, fâsık, müşrik ve kâfirleri cehennemle korkutarak, geçmiş toplumların başına gelen belâ ve musîbetlerin kendi başlarına da gelebileceğini hatırlatarak, kendilerine yüklenilen dâvet görevini yerine getirmeye çalışırlar. İman edenleri, ihsanda/güzel davranışlarda bulunmaya ve sorumluluk bilinciyle hareket etmeye çağırır; hakka, hayra yönelen ve başkalarının da hakka yönelebilmesi için Allah’a dâvet eden, iyilikleri emredip kötülükleri yasaklayanları cennetle müjdelerler. Bu görevlerini yerine getirirken, dâveti reddeden bir toplum oluşur ki; bunların da öncüleri, imamları/önderleri vardır. Bu önderleri, halkı hakka ve hayra karşı örgütlerler. Bunların bir ideolojileri, ellerinde ise arzularından kaynaklanan bir kitapları, prensipleri ve ilkeleri vardır. Onunla düşünce ve davranışlarını ayarlamaya çalışır, örgütlü bir toplum oluşturmaya çalışırlar. Bu toplumun adı ise “câhiliyye” veya “küfür toplumu”dur.



Günümüzde Kur’an’ı yaşam biçimi olarak kabullenmeyip başka sistemleri (komünizm, faşizm, kapitalizm, demokrasi, Kemalizm vs.) onun yerine ikameye çalışanlar ile bazı meselelerde Kur’ân’ı kabullenip hatta bazı ibâdetleri de şeklen (namaz, oruç, hac gibi) yerine getirmelerine rağmen, toplumsal yapıyı düzenlemede Kur’an dışı sistemlerden birini kabullenen toplumlar işte bu câhiliyye toplumu kategorisine girerler. Örgütlü câhiliyye toplumu, İslâm’a ve müslümanlara, kademeli olarak savaş başlatır ki; hem kendi sistemini ayakta tutabilsin, hem de kendisini yok etmeye yönelik tüm düşünce, oluşum ve örgütlenmeleri yok edebilsin.



Ancak, bu mücâdelesinde hassas davranması gerekir. Eğer o toplumda din, geleneksel anlamda kabul görüyor ve kısmen yaşanıyorsa, orada ruhban, Bel’am ve Sâmirîleri kullanarak davranışlarını dine dayandırıyor intibâı vererek topluma dindar gözükmesi gerekir ki, otoritesini meşrûlaştırabilsin. Âyetleri ruhban, Bel’am ve Sâmirîlerine te’vil ve tahrif ettirerek, gerçekleri saptırarak, mücâdeleci müslümanları bozguncu ve bölücü olarak, terörist olarak gösterebilsin. Bunu sağladıktan sonra, oradaki müslümanlara uygulayacağı işkence, mahkûmiyet veya yargısız infazlarla mücâdelenin önünü kesebilsin. Kendisinin müsaade ettiği din anlayışını ise te’vil ve tahrif mantığı ile bu psikolojik ve bedensel işkencenin de verdiği korku ile toplumda kabul görüp taraftar bulmasını sağlayabilsin.



İşte böyle bir ortamda; âhiret bilinci kalplerine yerleşmiş olan müslüman dâvâ erleri sabrı kuşanarak, küfür toplumu içerisinde yeniden bir ümmet oluşturabilmek için sorumluluk bilinci ile bir araya gelmek zorunluluğu hissederler. Ancak bu şekilde, Allah Teâlâ’nın rahmeti ortaya çıkmış olur.



“Sabrettikleri ve âyetlerimize yakînî olarak (kesin bir şekilde) iman ettikleri zaman, onların içinden, emrimizle doğru yola ileten imamlar/rehberler yaptık.” (Secde: 32/24)



Evet, bir yanda câhiliyye toplumu içerisinde insanları hidâyete, doğru yola dâvet edip yönelten bir imam veya peygamber; diğer yanda ise peygambere veya muttakî imamlarlarla beraber Kur’an’a tâbi olanları engellemeye çalışan ateş önderleri, ateşe dâvet eden imamlar.



“Onları (Firavun ve askerlerini) (insanları) ateşe çağıran imamlar/öncüler kıldık. Kıyâmet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.” (Kasas: 28/41)



Onlar kıyâmet günü yardım görmeyeceklerdir. Çünkü onlar insanların hidâyeti anlamalarına engel olmuşlardır. Onlar kitabı te’vil ve tahrife yönelerek, insanların vahyi anlamalarını engellemiş ve sapmalarına sebebiyet vermişlerdir. Peki ya onları destekleyerek yanlarında yer alanlar, onların zulüm ve işkencesinden korkarak uymak mecburiyetinde oldukları anlayışıyla hareket edenler, kendilerini sorumluluktan kurtarabilecek mi?



“Rabbim, bizi saptıranlar bunlardı, bunlar bizim hakkı anlamamıza ve hakkı yaşamamıza engel olmuşlardı, bizi bunlardan ayır, bunlardan ayrı değerlendir. Biz, güçsüzlüğümüz sebebiyle onlarla birlikte olmuş, İslâm’a ve müslümanlara karşı yapılan savaşta bu sebeple onların yanında yer almıştık” diyerek davranışlarının doğru olduğunu savunabilecekler mi? Hayır! Bu bahanelerin hiçbir faydası olmayacak. Çünkü onlar zâlimlerle birlik olup hakka birlikte karşı çıkmışlar, âhireti bir kenara bırakarak dünya nimetlerini tercih etmişlerdir. Yardımcı oldukları, yolunda yürüdükleri imamları/önderleri olan o zâlim müstekbirlerle birlikte ateşe gireceklerdir. Âhirette insan toplulukları imamları/önderleriyle birlikte çağrılacaktır.



“Her insan topluluğunu, imamları/önderleri ile birlikte çağıracağımız günde kimlerin amel defterleri sağından verilirse, onlar, en küçük bir haksızlığa uğramamış olarak amel defterlerini okurlar.” (İsrâ: 17/71)



Evet, o gün insanlar ellerine tutuşturulan kitabı okuyacaklar. “Eyvah, bu kitaba ne olmuş, büyük küçük her şeyi en ince ayrıntısına kadar saymış, dökmüş. Yazıklar olsun bize!” diyecekler (Kehf: 18/49), ama artık faydası yok; orada haksızlığa uğratılmadan bizzat kazandıkları şeyler sebebiyle ateşe atılacaklardır.



Kur’an’da imam kelimesi ile kastedilen şeyin sadece peygamberlerin değil, rasûllerle birlikte kitabın da imam olduğunu[505], insanlara önder ve rehber olduğunu, onların yollarını aydınlatıp hayatlarını belli bir plan çerçevesinde programladığını görürüz. Peygamberler görevlerini yerine getirip ümmetini/toplumunu oluşturduktan sonra onlar toplum içerisinde tâyin edilmiş bir vakte kadar kalırlar, sonra Allah onları toplumlarından çekip alınca, artık orada önder ve rehber (imam) olarak kitap vardır. İnsanlar artık o kitaba sarılırlar, onunla problem ve ihtilâflarını halleder, onunla toplumsal yaşamlarını düzenlerler. Belli bir süre böyle devam eder, zamanla nefislerini ön plana çıkaranlar olur, aralarında ihtilâflar baş gösterir. Kimileri bağy edip Allah’ın hidâyetinden, aydınlık yolundan saparlar. İhtiraslar çoğalır, dünyaya meyleder, âhireti unuturlar. Bu sebeple ayrılık ve fitne zuhur eder, dinden sapmalar çoğalır. Onlar artık din, kitap tanımazlar. Onların ahit ve antlaşmaları da olmaz. Orada can, mal, akıl, nesil ve din emniyetleri de kalmaz. Orada her şey onların hevâlarına/arzularına göre ayarlanır. 



Eğer güçlü iseler, birtakım değerleri ayaklar altına alırlar, ezmeye, sömürmeye ve yok etmeye çalışırlar. Artık öylesi ortamlarda; peygamberi kendisine örnek edinen, Kitabı rehber (imam) edinen mü’minler için ağır sorumluluk başlar, o sorumluluklarını yerine getirmeye çalışmaları gerekir:



“Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa, küfrün imamlarına/önderlerine karşı savaşın. Çünkü onların yemin (diye bir şeyleri) yoktur. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.” (Tevbe: 9/12)



Peygamberin çizgisini tâkip eden tevhidî topluluk, içinde yaşadıkları câhilî toplumun önderlerine karşı uyanık ve dikkatli olmak zorundadır. Zira, onlar gücü ellerine geçirdikleri zaman, ekini ve nesli ifsad ederler.[505] Bunu gerçekleştirirken ne söz/ahit, ne de antlaşma tanırlar. Artık orada insanların hürriyetleri ellerinden alınır ve insanlar tâğûtî otoritenin kulu haline getirilirler. Orada zulüm ve haksızlık yaygınlaşır. Küfrün imamları/önderleri, ototiretelerini süreklileştirebilmek için, insanların bilinçsizleştirilmeleri ve sorumluluk duygularını kaybetmeleri gerekir. Bu tâğutlar, fikir ve düşünce hürriyetini kendi ölçülerine göre belirler, birtakım tabular oluştururlar. Bilinçsizleştirdikleri yığınların kaybolan değer yargılarının yerine, küfrün imamları/önderleri, kendi değer yargılarını enjekte ederler ve bunları toplumun sahiplenmesini isterler.



Böyle bir toplumda, bilinçli kimselere haksızlık karşısında susmayan inançlı insanlara çok büyük görevler düşer. Zira Allah, insanları bilinçlenmeye ve akletmeye çağırır. Allah, kullarını, kullara kul olmaktan kurtarıp sadece kendisine kulluk yapmalarını sağlayarak gerçek hürriyetlerine kavuşmalarını ister. İşte bu sebeple, küfrün önderleri olan müstekbirler, fırsatını buldukları an müslüman dâvâ erlerini ve onların imamlarını yok etmeye çalışırlar. Rabbimiz ise, müslümanların Kur’an’ı kendilerine imam (rehber) edinmelerini istemektedir.



Kur’an bize rehberlik ederek küfrün önderlerine karşı sürekli bir mücâdele içerisinde olmamızı öğütler; onlarla savaşmamızı emreder.[505] İşte bu savaş, yani cihad, organize olmuş imamlı bir cemaatle olur. Toplum, müttakî bir topluluktur. İmamları ise takvâ sahiplerinin önderidir. Onlara takvâda öncülük eder. Bu toplumda bütün hesaplar âhiret üzerine yapılır, âhireti kazanmanın mücâdelesi verilir.



“Ve onlar (iman edip tevbe edenler), ‘Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine imam/önder kıl!’ derler.” (Furkan: 25/74)                 



İmam, bir rehber ve önderdir; insanlara öncülük eder. İmâmet ise bir makamdır, rehberlik ve önderlik makamı. İmâmet, Âdem’le başlamış ve Rasûlullah’a kadar kesintisiz olarak vahiyle birlikte devam etmiştir. Rasûlullah’tan sonra ise bu makam, O’nun getirdiği Kitab (Kur’an)’a vâris olan, Kitabı yaşayıp toplumda yaşanılır kılabilmek için mücâdele veren imamlar tarafından sürdürülecektir. İşte bu imamlar, Rasûl’ün getirdiği şeriatı uygulamada ve dini insanlara tebliğ etmede O’nun halefidirler. Bu makama getirilen insanın Kur’an’ı kendisine rehber, Rasûlullah’ı ise örnek edinerek muttakî olması gerekir. Peygamber’in soyundan da gelse zâlim olanlar bu makama gelemezler.[505]



Firavunî sistemlerin temeli, zora ve zulme dayanır. Orada insanlar gruplara, partilere ayrılarak güçsüzleştirilerek birlikleri yok edilir. Bu sistemlerin zulüm ve sömürülerinden kendilerini korumaya çalışanlar, Firavunların/küfür önderlerinin kendilerine müsaade etmiş oldukları yasalar çerçevesinde hareket ederler. Bu sebeple orada güç ve inisiyatif Firavunların elindedir, onu diledikleri gibi kullanırlar. Tüm mücâdeleci hareketleri kontrolleri altında tutarlar.



Allah ise zayıf bırakılmış, ezilen ve sömürülen müstaz’af halka seslenerek onları birlik olmaya, yeniden imâmeti diriltmeye ve müstekbirlere karşı mücâdeleye dâvet ediyor, kendilerine lütufta bulunarak onları yeniden önderler yapacağını, ezilmiş ve sömürülmüşlükten kurtaracağını ve ne yapmaları gerektiğini anlatarak uyarıyor.



“Biz istiyoruz ki, o yeryüzünde müstaz’aflara (güçsüz düşürülenlere) lütufta bulunalım, onları imamlar/önderler yapalım, onları vârisler kılalım (ötekilerin yerini aldıralım).” (Kasas: 28/5)



“Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah’a ve Rasûlüne icâbet edin. Ve bilin ki, muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz O’na götürülüp toplanacaksınız.” (Enfâl: 8/24)



İman edenler, imanlarının gereği olarak Allah’ın ve Rasûlünün çağrısına dikkat etmeliler. Bu çağrının gösterdiği hedefin gerçekleşebilmesi için gerekli güç ve çalışmayı ortaya koymalılar. Zira bu çağrı iman edenlere hayat bahşedecek  bir  dâvettir. İmâmet kurumunun yeniden gerçekleşebilmesi için imamlı cemaatlerini oluşturmaları gerekir. Zira Allah’ın huzuruna götürüldükleri âhiret gününde bu ağır sorumluluk gerektiren görevlerini yerine getirmemenin ne anlama geldiğini bilirler.



Her imam, kendi cemaatini oluştururken, İslâm’ın karşısında insanlar da oluşacaktır. Bu insanlar da küfrün imamlarıdır. İnsanları kendi küfür yollarına dâvet ederken, kendi küfrî toplumlarını oluştururlar. Artık orada iki ayrı topluluk oluşmuştur. Bir yanda insanları Allah ve O’nun dinine çağıran imam ve beraberinde oluşan “İslâm toplumu”, diğer yanda, insanları ateşe (cehenneme) çağıran küfür imamları ve beraberinde oluşan “câhiliyye toplumu”.



Bu iki toplumun da inandıkları bir rabbi, bir dini vardır. Bu topluluklar, âhirete imamlarıyla birlikte giderler. Peygamber’i, O’nun getirdiği Kur’an’ı ve Kitap’la insanlar arasında hükmeden Peygamber’in halefi olan imamları kendisine rehber edinenler âhirette O’nunla beraber cennete girerler. Allah, Kur’an ve Peygamber’i tanımayan veya bunları tanıdığını iddia etmesine rağmen, Kur’an’ı yaşam biçimi olarak kabullenmeyip kendi yanlarından sistem belirleyerek insanları onunla idare edenleri önder ve rehber edinenler de âhirette o imamlarıyla birlikte ateşe girecekler, cehenneme atılacaklardır.



Her ümmetin peygamberi Allah huzurunda şâhidlik edecek[505] ve “Ya Rabbi, Senin dinini, Senin mesajını insanlara ulaştırdım, onlara Kitap’ta belirlediğin hayat şeklini ve bana öğrettiğin doğru düşünme ve uygulama biçimini öğrettim” diyecektir. Rasûlullah’ın ümmeti, sadece kendi bulunduğu dönemde yaşayıp da dâvetini kabullenerek onun gereklerini yerine getiren insanlarla sınırlı değildir. Bu ümmet, O’nun risâlet döneminde başlayıp kıyâmet gününe kadar getirmiş olduğu dine girerek ona uygun amellerle imanını doğrulayarak onun göstermiş olduğu yolda yürüyen ve o dinin sürekli yaşanılabilmesi için dâvet ve cihad görevini yerine getiren insanların tamamından oluşmaktadır.



Biz de, bizim için çizilmiş olan bu yolda imamlarımızı hangi ölçüye göre tesbit etmiş olduğumuza, kimleri imam olarak tanıdığımıza dikkat edelim. Dikkat edelim ki, âhiretimizi kurtarmaya çalışmış, görevimizi yapmış olabilelim; âhirete imamımızla birlikte gideceğimizi unutmayalım. Onlar bizim hakkımızda orada şâhidlik edeceklerdir.



Kur’an’da belirlenen imamlı cemaatimizi oluşturarak, âhirette kurtuluşumuzu sağlayacak davranış içerisinde olalım. Bu ümmetin kıyâmete kadar devam edebilmesi için bizden sonra gelen nesillere bu kurumu sapasağlam, tertemiz bir vaziyette bırakalım ki, kurtuluşa erenlerden olabilelim.



“İçinizden hayra çağıran ve ma’rûfu emredip münkerden nehyeden bir ümmet bulunsun. Kurtuluşa erenler, işte bunlardır.” (Âl-i İmrân: 3/104)



“Muhakkak ümmetiniz tek bir ümmettir ve Ben de sizin Rabbinizim; o halde Bana ibâdet edin.” (Enbiyâ: 21/92)



İşte Allah’ın tarif ettiği ideal toplum. İslâm’ı kendine din olarak seçmiş, Allah’a iman ederek yalnız O’nu Rab edinmiş, kulluğunu sadece O’na yaparak başka hiçbir şeyi ortak tanımayan, sahte rableri reddederek onların yaşam biçimlerini ve ideolojilerini kabul etmeden,  kıble edinilen çeşitli şeylere yönelmeyip sadece Rabbimizin belirlediği kıbleye yönelen, Kur’an’da tarif edilen, özellikleri belirtilen şahsı kendisine imam edinerek, başkalarını önder ve rehber edinmeyen muttakî toplum; işte kurtulacak olan cemaat de budur.[505]