İlâh Nedir?

İslâm kültürünün önemli kavramlarından biri de “ilâh”tır. Tevhid inancını ve onun karşıtlarını yeterince bilmek için bu kavramı iyi tanımak gerekir. Tevhid Kelimesinin içinde yer alan bu kavram, iman ile şirk (ortak koşma) arasındaki farkı ortaya koyar.



Sözlük anlamı; kulluk edilen, mâ’bûd haline getirilen, kendisine yönelinen, alışılan, düşkün olunan demektir. Kendisinden türediği ‘elihe’ fiili; yönelmek, düşkün olmak, kulluk yapmak, örtmek-gizlemek, alışmak gibi anlamlara gelmektedir.



Kavram olarak ilâh; kendisine ibâdet edilen, ma’bûd sayılan şey, her şeyden çok sevilen, ta’zim edilen kutsal varlık anlamında kullanılmaktadır. Tapınılan, kendisine ibâdet edilen, üstün sayılan bütün ma’budların ortak adı ‘ilâh’tır. Türkçede bunu ‘tanrı’ kelimesi ile karşılarız.[505]



İslâmî istılahta ilâh; tapınılan, kendisine ibâdet edilen demektir. İlâh; ibâdet edilmeye yani kudret ve kuvveti önünde huşû ile boyun eğilip kulluk ve itaat edilmeye lâyık, herşeyin  O’na muhtaç olduğu bir varlık demektir. İlâh kelimesi gizlilik ve esrârengizlik mânâlarına da gelir ki, böylece ilâh görülmez ve ulaşılmaz bir varlıktır.  



İlah kavramı şu anlamlara gelir:



- Otorite sahibi



- Kanun koyan



- İbadet edilen



- Rızık veren



- Hesaba çeken



- İhtiyaç duyulan          



İlahlık ve otorite birbirini gerektirir. İlah denildiğinde, aklımıza, hayatımız için kanun koyan, nizam ve hukuk belirleyen ve kayıtsız şartsız hakimiyet sahibi Allah (c.c.) gelmelidir.[505]   



Kendisine ibadet edilen, her şeyden çok sevilen, tazim ve tesbih edilen mutlak varlık.



Lügatta, örtünmek, gizlenmek, alışmak ve kulluk anlamında kullanılmakla beraber genelde ibadet edilen, tapınılan nesnelerin ortak adı olmuştur. Ancak İslâmiyet'in saf tevhid akîdesi, tapılacak, ibadet edilecek; kainatın ve eşyanın yaratıcısı ve yoktan var edicisi olarak sadece Allah'ı kabul etmektir. Bu yüzden, Allah lâfzî sadece İslâm'ın kabul ettiği tanrı inancının alemi (özel ismi)'dir.



Müfessirlerin ve nahivcilerin ekseri görüşüne göre Allah ismi celâli mürtecel ve gayri müştak bir isimdir. Yani ne (Lahe-yelihü-leh) dan ne de (lailahe) den müştak değildir. Bazılarının iddia ettiği gibi Süryanice olduğu ileri sürülen "Lâhe" isminden arapçalaşmış bir isim de değildir. İmam Fahruddin er-Râzî lafza-i Celâl Allah-u Teâlâ'nın alem ismidir ve aslen müştak değildir. Nahiv imamlarından Halil ve Sibeveyh usulcülerin çoğu ve fakihler hep bu görüştedirler demiştir. Nitekim nidada hemzenin düşmemesi ya ile fasılasız bir araya gelmesi hemzenin kelimenin aslından olduğunun delilidir. Lafzai Celalin başındaki eliflam harfi tarif değildir. Ancak kullanılış kolaylığı için çoğunlukla onun gibi kullanılmıştır. Sonuç olarak Allah ismi müştak ve menkul değildir. İlk kullanılışından itibaren alem ismidir. Nitekim arapçada Allah isminin çoğulunun veya bir başka şey için kullanıldığının hiç bir örneği yoktur. Allah'ın zatı bütün esmâ ve sıfata mukaddem olduğu gibi Allah ismi de öyledir. O ulûhiyyet vasfından değil, uluhiyyet ve ma'bûdiyet vasfı ondan alınmıştır. Allah mabut olduğu için Allah değil, Allah olduğu için mabut'dur. Onun ulûhiyyeti ibadet ve ubudiyyete müstehak olması zatındandır. İnsanlık, puta tapar, güneşe tapar, ateşe tapar. kahramanlara, tâğutlara veya bazı sevdiği şeylere tapar. Taptığı zaman onlar ilâh ve mabut olurlar. Sonra bunlardan vazgeçer, o zaman onlar İlâhiyet ve mabûdiyet vasıflarını yitirirler. Halbuki insanlar Allah'ı mabud ilâh tanısın tanımasın, O zatında mabudtur. O'na her varlık ibadet, ubudiyet ve tazim borçludur.[505]



İslâmiyet'in Allah âkidesiyle diğer dinlerdeki "ilâh" fikri arasında tartışmaya yer bırakmayacak nitelikte büyük farklar vardır. Diğer dinlerdeki ilah fikrine, İslâmiyet'in reddettiği yollardan ulaşılır. Sonra bu dinlerin mensubu olan insanlar, ilâhlarım kendi ihtiyaçları doğrultusunda edinirler. Diğer dinlerdeki ilâh fikri, insanların korkularının, isteklerinin, ihtiyaçlarının ürünüdür. Bu ilâhlar insanların isteklerinin, ihtiyaçlarının ürünüdür. Bu ilâhlar insanların ihtiyaçlarına göre şekillenirler. Sonra bu ilâhların hüküm va'z etmek gibi özellikleri de yoktur. insanların ihtiyaçları karşılandığından, bu ilâhların fonksiyonları da tükenecektir. Oysa İslâm, kişi ilâhını kendi ihtiyaçları doğrultusunda edinemez. Zîra İslâm, mutlak bir yaratıcının ve hüküm koyucunun ve ibadet edilecek bir tek ilâhın var olduğu, onun da hiç bir ortağı bulunmadığı esası üzerine oturtulmuştur. İslâm insanları bu ilâha (yani Allah'a) iman ve ibadet etmeye çağırır. Diğer dinlerde ilâhlar, insanlarla birlikte vardır. İnsan yok olduğunda bu ilâhlar da yok olurlar. Oysa Allah (c.c) insanı yaratandır. İnsan yaratılmadan önce de vardı ve zatı ile kâimdir. İnsan kendisinin ihtiyaçlarını gidermeye gücü yeten, sıkıntılara karşı ona yardım elini uzatan, onu koruyup gözeten, sıkıntı ve korkulu anlarında onu emniyete ulaştıran bir varlığa ibadet için yönelmektedir.



Tabii olarak kişinin inancına göre ihtiyaçlarını gideren, dualara icabet eden bir varlık, kendinden daha yüce ve üstün olmalıdır. Yani ilâh edinilen şey müteal olmalı, insanın ulaşamayacağı özellikler taşımalıdır. Hiç şüphesiz ibadet düşüncesi, mabudun şahsı ve kudreti gayp perdeleri arkasında olmadıkça kişinin hatırasında canlanamaz. Mabudun ihtiyaçları yerine getirmeye yeten güç ve kuvveti gizlilik perdelerinin altında olmalıdır. Bundan dolayı mabud için isim olarak öyle bir kelime seçilmelidir ki, hicaplarına ve derin hayret manası ile birlikte yücelik, üstünlük ve şereflilik manalarını da ihtiva edebilsin.



İlâh kelimesinin mabuda bağlanmasının sebepleri şöyle sıralanabilir: İhtiyaçları gideren, işlenen âmelin karşılığını veren, sükunet bahşeden, yücelik hükmü altına alıp koruyan, ihtiyaçları gideren, musibet anında koruyandır. Aynı zamanda gözlerden öylesine gizli olmalı ki, insanların idrak edemediği sırlardan daha da esrarlı olsun ve insan ondan korktuğu kadar, iştiyak ve sevgi de duyabilsin.



Kur'an-ı Kerim’de ilâh kelimesi iki manada kullanılmıştır. Birincisi- hak olsun batıl olsun, ayırım yapılmaksızın, insanların kendisine tapındığı şey anlamında mabud. İkincisi; gerçekten ibadete lâyık olan varlık anlamında hak mabud. [505]



Resûl-i Ekrem (sav): "İnsanlar Lâ ilâhe illâllah deyinceye kadar (onlarla) cihada memur oldum. Şimdi her kim `Allah'dan başka ilâh yoktur' (Lâ İlâhe İllâllah) derse, canını ve malını benden korumuş olur. Ancak hakkı ile olursa (yani kalben tasdik ederek söylerse) ne alâ!. Aksî durumda da hesabı Allahû Teâla (cc)'ya kalmıştır."[505] buyurduğu bilinmektedir. İmam-ı Muhammed (rh.a) bu hadis-i şerifi zikrettikten sonra: "Netice olarak bir kimse malûm olan şirk itikadının hilâfı olan tevhidi ikrar ettiği zaman, İslâm'a girişine hükmolunur. Çünkü gerçek itikadını (kalbî durumunu) tesbit etme imkânımız yoktur. Neyi ikrar ettiğini duyarsak, o inançta olduğuna hükmederiz,[505] demiştir. Bir kimsenin, lâ İlâhe illâllah demesi; dünyevî ve ûhrevî, bir çok hükmü beraberinde getirir. Dolayısıyla mükellefin bu ikrarı ile "neleri reddettiğini" iyi bilmesi gerekir. Bu sebeple İlâh kavramı oldukça önemlidir.



İlâh kelimesi E-Le-He veya E-Li-He fiilinden gelir. Lûgatta; kulluk etmek, tutkun ve düşkün olmak, şaşırıp kalmak, ısınmak, yönelmek ve alışmak gibi mânâlara gelir. Râğıb el Isfahanî: "Allah ismi celâlinin aslı ilâhtır. Başındaki hemze hazf edilip, önüne elif lâm getirilerek şânı yüce Rabbimizin ismi olmuştur. Bununla beraber ilâh kelimesini insanlar, ibadet ettikleri her şeyin ismi yapmışlardır. Güneşe ilâhe adını vermişlerdir. Çünkü onu (güneşi) mabûd edinmişlerdi."[505] diyerek meseleyi izaha gayret etmiştir. İslâm âlimlerinin büyük ekseriyetine göre; lâfza-i celâl türetilmiş olmayan (gayrimüştak, gayrimenkûl ve mürtecel) bir isimdir. Yani, bu kelime ilk defa hakiki mabûdun özel ismi olarak ortaya konulmuştur. Allahû Teâla (cc)'nın zâtı; bütün isim, fiil ve sıfatlardan önce gelir.[505]



Cahiliyye döneminde; gerek hiçbir kitabı olmayan Mekke müşrikleri, gerek yahudiler ve hıristiyanlar, Allahû Teâla (cc)'ya inandıkları iddiasındadırlar. Ancak Allahû Teâla (cc)'ya, kız veya oğul nisbet ederek küfre düşmüşlerdir. Zira doğma ve doğurma, bu âlemdeki bazı canlıların vasıflarıdır. Doğan ve doğuran bütün canlılar ölümlüdür. Kur'ân-ı Kerim'de bütün bu iddialar çürütülmüştür Nitekim: "Allah hiçbir evlât edinmemiştir. O'na ortak hiçbir ilâh da yoktur. (Öyle olsaydı) Bu takdirde elbette her ilâh kendi yarattığını (sürükler) götürür ve elbette kimi kiminin üstüne çıkıp (galebe edip) yükselirdi. Allahû Teâla (cc) onların bütün vasf (u isnad) ettiklerinden münezzehtir." (Mü/minun: 23/95) hükmü beyan buyurulmuştur. Şurası muhakkaktır ki, Allahû Teâla (cc), yarattığı şeylerden hiçbirine benzemez. Bütün noksan sıfatlardan münezzehtir. Şimdi konunun daha iyi kavranabilmesi için, Mekke'ye putperestliğin nasıl girdiğini izah edelim: Arabistan ve özellikle Mekke'ye putperestlik, Huzaa kabilesinin (Benî Hârise kolunun) lideri olan Amr b. Luhay tarafından sokulmuştur.[505] Amr b. Luhay tutulduğu bir hastalığın tedavisi için Suriye'nin Belka adı verilen bölgesine gitmiş ve orada bulunan sıcak su kaplıcalarında tedavi olmuştur. Bu sırada, orada mûkim olan kimselerin, putlara taptığını görür. Neden böyle yaptıklarını sorduğunda: "Bunlar ibadet ettiğimiz ilâhlardır. Onlardan yağmur isteriz, yağdırırlar. Yardım isteriz imdadımıza koşarlar." cevabını almıştır. Bunun üzerine, kendisine bir adet put verilmesini rica etmiş ve oradan aldığı "Hübel" isimli putu Mekke' ye getirmiştir. Daha Sonra insanları bu puta ibadet etmeye çağırmıştır.[505] İmam Fahrüddin-i Razi, hadiseyi bu şekilde naklederken; Amr b. Luhay'ın o dönemde Mekke'nin yöneticisi olduğunu hassaten belirtmektedir. Ayrıca "tarihçilere göre bu olay Kral Sabur Zü'1 Ektaf zamanının başlarına tesadüf eder"[505] diyerek, Hübel'in Mekke'ye (yaklaşık olarak) miladî 310 senesinde geldiğine işaret etmektedir.



Mekke müşriklerinin; hem Allahû Teâla (cc)'ya, hem ilâhlara (putlara) inandıkları kat'i nasslarla sabittir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de "Gözünü aç!. Hâlis din Allah'ındır. O'nu bırakıp da kendilerine bir takım dostlar (putlar, ilâhlar) edinenler (derler ki): `Biz bunlara ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.' Şüphe yok ki Allah onlar arasında ihtilâf edegeldikleri şeyler hakkında hükmünü verecektir..." (Zümer: 39/3) buyurulmuştur. Dikkat edilirse müşrikler; putlarda ilâhi bir gücün olduğunu ve kendilerini Allah'a yaklaştıracağını esas almaktadırlar. Adiy b. Hatem; Fals putu sahasına getirilen ve putun mülkiyetine geçtiğine inanılan bir devenin tekrar geri alındığına şahit olmuştur. Deveyi geri alan Mâlik b. Kulsum'un put tarafından çarpılacağına, başına bir felâket geleceğine inanmıştır. Aradan epey zaman geçer. Mâlik'e hiç bir felâket gelmediğini görünce, putlara olan inancı sarsılır. Önce hıristiyan olur. Daha sonra Resûl-i Ekrem (sav)'in tebliğini kabul ederek müslüman olur."[505] Müşrikler puta taş olarak değil, içinde var olduğuna inandıkları ilâhî güçten istifade için tapıyorlardı. Dolayısıyla Lâ ilâhe illâllah (Allah'dan başka ilah yoktur) demek, onlara ağır gelmiştir. Çünkü manevî güç sahibi olduğuna inandıkları putlarını, en az Allahû Teâla'yı (cc) sevdikleri kadar seviyorlardı. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de "Bazı insanlar, Allah'dan başka O'na şerikler (ortaklar) koşarlar ve Allah'ı sever gibi onları severler" (Bakara: 2/165) hükmü beyan buyurulmuş ve müşriklerin durumu haber verilmiştir. Bu âyette geçen nidd kelimesi, çekişen eş (ortak) mânâsınadır. Fahrüddin-i Razi; "müşriklerin hem Allah'ı hem putlarını eşit derecede sevdiklerini" delileriyle izah etmiştir.[505] Günümüzde hem müslüman olduğunu söyleyen, hem beşerî bir ideolojiye inanan insanların psikolojisi, Mekke müşriklerinin tavrından farklı değildir. Kelime-i tevhidi ikrar ve tasdik eden bir kimse; Allahû Teâla (cc)'nın kitabında ve Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetinde yer alan bir hükmün Mutlak hakikat olduğunu tasdik etmek mecburiyetindedir. Aksi takdirde; Kelime-i tevhidin mânâsını bilmeden tekrar eden, bir papağanın durumuna düşer. Bu nokta iyi düşünülmelidir.[505]



 


İLÂH
i1 harfi