Sarhoşluk

 



Sıvı veya katı bir takım maddelerin kullanılması sonucu aklın örtülmesi ve kişinin iradesini kontrol edemez duruma gelmesine sarhoşluk denir. Yerle göğü, erkekle kadını ayıramayacak derecede alkol veya bir uyuşturucu alana "sarhoş" denir.



Ebû Hanîfe'ye göre, yaş üzümden yapılan içkiye "şarap (hamr)", buğday, arpa, darı vb. maddelerden yapılana ise "nebîz" * denir. Kendi ihtiyarı ile az veya çok şarap içene sarhoş olsun veya olmasın içki cezası uygulanır. Nebiz içene ise sarhoş olmadıkça had cezası uygulanmaz.



Çoğunluk İslâm fakihlerine göre, her sarhoşluk veren madde şarap hükmündedir. Delil şu hadistir: "Her sarhoşluk veren şey hamr (şarap)'dır. Her hamr da haramdır" (Buhârî, Edeb, 80, Ahkâm, 22; Müslim, Eşribe, 73-75, 64, 69). Çoğunluk İslâm hukukçularına göre, sözüne hezeyan (saçma sapan sözler) hakim olan ve ne söylediğini bilmeyen kimse sarhoş sayılır. Bu yüzden içkinin azı da çoğu da haddi gerektirir.



Sarhoşluk mubah veya haram bir yolla meydana gelme durumuna göre sonuç doğurur:



1. Mubah yolla sarhoş olmak: İlaç içmek, bal yemek veya haram bir içkiyi zorlama sonucu içmekten dolayı sarhoş olmak "baygınlık" hükmünde olup, haddi gerektirmez. Bu yüzden de böyle bir sarhoşluk sırasında işlenen fiillerden dolayı mâli yükümlülükler hariç sorumluluk söz konusu değildir. Söz ve akitleri geçerli değildir. Bu şekildeki sarhoş, uyuyan veya baygın olan kimseye benzer (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Mısır 1327/1909, V,112; Abdülkadir Ûdeh, et-Teşrîul-Cinâîl-İslâmî, Kahire 1959, I, 561-564; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 138, 139).



2. Haram yolla sarhoş olmak: İslâm'ın haram kıldığı bir içkiyi kendi ihtiyarı ile kullanma sonucu sarhoş olmaktır. Bu şekildeki sarhoşun, söz ve fiillerinden sorumlu olup olmaması konusunda iki görüş vardır:



Hanefîlere, bir kısım Şâfiîlere ve Mâlikîlerin çoğuna göre; sarhoş, söz ve fiillerinden tam olarak sorumludur; akitleri, alış-veriş ve talak gibi tasarrufları geçerlidir; namaz, oruç gibi ibadetlerden sorumludur. Haddi gerektiren bir suç işlerse ayılınca cezası uygulanır. Bu görüş, "suç suçu meşrû kılmaz" prensibine dayanır. Hatta böyle bir kimse suçları çift işlemiş sayılır. Meselâ sarhoşken birisini öldürse iki suç işlemiş olur. İçki kullanma suçu ve adam öldürme suçu (Ebû Zehrâ Usulül-Fıkh, Kahire (t.y), s. 345 Ömer Nasuhi Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, I, 234-235).



Muhammed el-Pezdevî (ö. 493/ tı 1099) şöyle der: "...Sarhoştan şer'î yükümlülükler kalkmadığına göre, ona şer'î hükümlerin de uygulanması gerekir; çünkü sarhoşluk aklı yok eden bir şey olmayıp, aklı bastıran bir zevktir. Ma'siyete sebep olduğu için o, bir özür sayılamaz" (Pezdevî, el-Usûl, Keşfül-Esrâr kenarında, IV, 1475).



Diğer yandan Hanefiler, istihsan yoluyla sarhoşun irtidadını geçerli saymamıştır. Çünkü sarhoşken itikadın değişmesi söz konusu olmaz ve evli ise, nikâhına da zarar gelmez.



Ahmed bin Hanbel'e ve Şâfiî'ye nisbet edilen iki görüşten birisine göre, ne söylediğini bilmeyecek derecede sarhoş olanın akitleri geçerli değildir. Çünkü şuuruna sahip olmayan kimse, irade beyanında bulunmuş sayılamaz. Özellikle şüphe sonucu düşen kısas ve had cezaları sarhoşa uygulanamaz. Burada şuura sahip olmamak şüphe derecesindedir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulur: "Gücünüzün yettiği kadar şüphelerle had cezâlarını düşürünüz." (Ebû Dâvud, Salât, 14; Tirmizî, Hudûd, 2).



İbn Teymiyye (ö. 728/1327) bu konuda değişik bir görüşe sahiptir. O, sarhoş olmadan önceki iradeyi araştırır. Eğer kişi, sırf suç işlemek amacıyla içki içmiş ve sarhoş olunca da önceden planlanan suçu işlemiş olursa, tam sorumluluk söz konusu olur. Suç, önceden düşünülmeksizin, sarhoşluk sırasında işlenmişse, ceza öncekine nisbetle hafifletilir (İbn Teymiyye, Muhtasaru'l-Fetâvâ, s. 650).[222]



Sarhoşluk veren içkiler zamanla alışkanlık meydana getirip bağışıklığa yol açmakta, alışkanlık arttıkça aynı miktar etkili olmayıp kişi giderek içki miktarını arttırmaktadır. Bu sebeple az miktarda içmek, sonuçta kişiyi alkol bağımlılığına kadar götüren tehlikeli yolun başlangıcı niteliğinde görülmüş ve az-çok, sarhoş olma-olmama ayrımı yapılmaksızın bütün sarhoş edici içkiler yasaklanarak etkili bir yöntem seçilmiştir. Öte yandan yasağın tâlili yapılırken kişinin sarhoş olması gibi değişken ve sübjektif bir ölçü değil; içkinin sarhoş edicilik vasfı taşıması gibi açık bir ölçü benimsenmesi de alkol bağımlılığına götüren tehlikeli yolu başlangıçta kapatması yönüyle bir diğer etkili önlem olmuştur. Fakîhlerin literatürde yer alan ayrıntılı tartışmalarının kendi dönemlerinde sarhoş edici içkileri tanımlama amacına yönelik olduğu düşünülürse; onların bu genel yaklaşımından günümüzde rakı, likör, bira gibi isimler alan ve az veya çok içildiğinde sarhoş edici olan alkollü içkilerin doğrudan yahut dolaylı olarak İslâm’ın içki yasağı kapsamında bulunduğu, içenin sarhoş olup olmadığına bakılmaksızın azının içilmesinin de haram sayıldığı sonucu çıkmaktadır. 



Fert ve toplumların içki iptilâsına düşmemeleri veya böyle bir alışkanlıktan kurtulabilmeleri için içki yasağı tek başına yeterli olmayabilir. Bu sebeple gerek Hz. Peygamber’in hadislerinde gerekse bundan hareketle geliştirilen fıkıh ahkâmında, içki kullanımına ve alışkanlığına dolaylı olarak yol açabilen yardımcı fiillerin de yasaklandığı veya kınandığı görülür (İbn Mâce, Eşribe 6; Tirmizî, Büyû’ 58). İslâm âlimleri, bu anlamdaki hadislerden ve günah sayılan fiillerin işlenmesine yardımcı olunmaması ilkesinden (5/Mâide, 2) hareketle şarap üreten kimseye üzüm satma, hatta gayri müslimin bağında bekçilik etme de dâhil içki üretim ve tüketimine doğrudan veya dolaylı olarak yardımcı olmayı içren fiillerin cevazını tartışma gereği duymuşlardır. Çoğunluk, böyle bir anlam taşıyan yardımcı fiilleri kural olarak doğru bulmamış, Hanefî fakîhleri ise mâsiyet ve günah olan şeyin içki içme fiili olduğunu, buna doğrudan yol açmayan fiillerin, arada kuvvetli bir sebep-sonuç bağı kurulamadığı sürece ayrı bir zeminde değerlendirilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Ancak Henefî fakîhlerinin, tamamıyla hukuk mantığı ve tekniğiyle alâkalı, hukukî fiillerin tanımı ve kategorik ifâdesi mâhiyetindeki bu yaklaşımı, onların içkiyle mücâdele konusunda benzeri bir hassâsiyete sahip olmadıkları anlamına gelmez. Nitekim bütün fakîhler, Hz. Peygamber’in, üzerinde içki bulunan sofraya oturulmasını yasaklayan hadisinden hareketle (Ebû Dâvud, Et’ıme 18) müslümanın içki meclisine katılmaması, her durum ve şart altında içkiye karşı tavır alması, bulunduğu mecliste içki içilmesini önlemeye çalışması, buna gücü yetmiyorsa, o tür toplantıları terketmesi gerektiğinden söz eder. İlgili hadisler ve İslâm âlimlerinin bu hassâsiyeti, toplumda içki kullanımını özendirecek ve içki tüketiminin sıradan bir âdet ve alışkanlık olarak algılanmasına zemin hazırlayacak her türlü propaganda, reklam ve tanıtımın önlenmesi, yeni yetişen nesillerin içkiyle karşılaşmasını en aza indirecek önlemlerin alınması gereğini de ifâde etmektedir.



Fıkıh kaynaklarında, içkiyle mücadelede etkili olunup sonuç alınabilmesi için içki kullanım ve alışkanlığına yol açabilen veya destek veren dolaylı fiillerin de çok defa içki yasağı kapsamında mütâlaa edildiği ve aradaki bağın kuvvetine göre mekruh–haram çizgisinde bir noktaya yerleştirildiği bilinmekle birlikte bu kuralın uygulanmasında çok katı davranıldığı ve kaçınılmaz hallerin göz ardı edildiği de söylenemez. Nitekim susuzluk, yutkunma güçlüğü gibi zor durumlarda kalan kimselerin zarûret ölçüsünde içki içebileceği, hatâen veya ikrah altında içki içen kimsenin günahkâr olmayacağı konusunda görüş birliği vardır. İçkinin tedâvi amacıyla kullanılmasında da benzeri bir yaklaşım sergilenir. Hz. Peygamber, kendisine şarabın ilâç olarak kullanımı sorulduğunda, “O, ilâç değil; derttir” (Müslim, Eşribe 3; Ebû Dâvud, Tıb 11) demiş, İslâm âlimleri de sarhoşluk veren içkilerin tedâvi ve sağlığı koruma amacıyla içilmesini câiz görmemişlerdir. Ancak, bu hüküm normal durumlara göredir. İçkinin tedâvi ediciliği tıbben kesinlik kazandığı ve alternatif bir ilâcın da bulunmadığı hallerde içilmesi zarûret hükmünü alır; sınırlı olmak üzere ve geçici bir süre için câiz görülebilir. Meselâ, kronik içki bağımlılarının tedâvisinde böyle bir durum ortaya çıkabilir. İnsanın içki konusunda zaafları, kendine bahane üretmeye eğilimi, gerçekçi ve samimi davranmasının da çok zor olması sebebiyle bu konuda, sağlığını korumaya ve tedâviye ihtiyacı olan fertlerin kişisel tesbit ve takdirleri değil; uzmanlığına ve dinî inançlara saygılı olduğuna güvenilen doktorların bilimsel kanaatinin esas alınması gerekir. Öte yandan içki yasağı, içkinin sarhoşluk amacıyla içimmesini konu edindiğinden alkollü maddelerin ilâç yapımında kullanılması ayrı bir husus teşkil eder ve kural olarak câizdir.



İçkinin dinen necis olup olmadığı tartışması, İslâm’ın şarabı ve sarhoş edici diğer içkileri yasaklamasının sonuçlarından biridir. İbn Hazm ve dört büyük sünnî fıkıh mezhebinin müctehidleri de dâhil fakîhlerin büyük çoğunluğu, ilgili âyetin (5/Mâide, 90) “rics (pislik)” olarak nitelendirmesinden hareketle şarabı kan ve idrar gibi necâset-i galîza grubunda mütâlaa etmiş, yani çok az miktarının dahi vücutta, elbisede veya namaz kılınan yerde bulunmasını namazın sıhhatine engel kabul etmiştir. Onların bu yorumlarında, insanlara şarabın haram oluşunu ve ondan uzak durmanın gereğini daha iyi anlatabilme gayretinin de etkili olduğu söylenebilir.



Şarabın ve diğer içkilerin İslâm hukukunda hukuken korunmaya değer (mütekavvim) birk mal olup olamayacağı tartışması da İslâm’ın içkiyle mücâdele kararlılığının bir başka boyutunu teşkil eder. Şarabın mütekavvim bir mal sayılmadığında, dolayısıyla alınıp satılmasının, mülkiyete veya herhangi bir hukukî işleme konu olmasının câiz olmadığında, telef edildiği takdirde tazmi edilmesi gerekmediğinde fakîhler görüş birliği içindedir. Kur’an’da şarabın haram kılınışını bildiren âyetin üslûbu, Hz. Peygamber’in şarabın içilmesinin yanı sıra; satılması, satın alınması, parasının yenmesi, taşınması gibi yardımcı fiilleri de şiddetli bir üslûpla kınaması, yenilip içilmesi haram olan şeyin satışının da haram olduğunu belirtmesi ve o döneme kadar iyi bir gelir kaynağı olan şarap ticaretini yasaklayıpelde mevcut şarapları imhâ ettirmesi, sahâbe uygulamasının da bu yönde gelişmesi, müslümanlar açısından şarabın hukuken tanınmayan ve korunmayan bir mal statüsünde tutulmasının dayanağını teşkil eder. Bu yaklaşım, insanları içki kullanımına ve bağımlılığına götüren yolun başlangıcında alınmış ciddî bir önlem mâhiyetindedir. Bununla birlikte, diğer din mensuplarına, kamu düzenini ihlâl etmedikçe ahvâl-i şahsiyye ve özel hukuk alanında dinlerine göre davranma hakkı verildiğinden, şarap gayri müslimler hakkında mütekavvim mal sayılmış, gayri müslimlere içki içme ve içki ticareti hakkı tanınmış, onların içkisini telef eden müslümanın bunu tazmin etmesi gerektiği belirtilmiştir.



İçkinin haram kılınması, yasağın kapsamı ve içki alışkanlık ve bağımlılığına götüren yolların kapanması, fert ve toplumların bu yönde hazırlanması ve eğitimi konusunda İslâm’ın öngördüğü programın ve bir dizi tedbirin belki de son halkasını, sarhoşluk suçuna kamu düzeninin bir gereği olarak had cezaları grubunda yer alan maddî-cezâî bir müeyyide uygulaması teşkil eder. Sarhoş olsun veya olmasın, hamr kullanan kimseye uygulanan “hadd-i hamr” ile hamr dışındaki diğer içkileri kullanıp sarhoş olan kimseye uygulanacak “hadd-i sekr” konularında meselâ sarhoşluğun hangi derecesinde haddin uygulanacağı, suçun oluşması, isbatı ve cezânın infâzı gibi hususlarda İslâm hukukçuları arasında esasa veya ayrıntıya ilişkin birçok fıkhî tartışma cereyan etmiştir. Fıkıh literatürünün cezâ hukuku bölümünde ortaya çıkan bu zengin doktrin, sonuçta İslâm’ın içkiyle mücâdelesinin bir başka boyutu olup getirilen yaptırımların, ferdî ve sosyal realiteleri de göz ardı etmeyerek insanlığı bu içki hastalığından kurtarmaya yönelik etkili bir çaba olarak görülmesi gerekir.[222]