Bencil Kaygılardan Sencil Çözümlere; Çile ve Hüznün İmanla İlişkisi

Maddî ıstırapların başkalarına geçiş yapamayıp onu çekenlerin nefislerinde kalması ve çeşitli tedavi yöntemleri ve ilaçlarla kısa bir zaman sonra gücünü kaybederek unutulup gitmesine rağmen; mânevî ıstıraplar öyle değildir. Bunlar, ilaçla, merhemle dinmez, zamanla bazen bir azalma kaydetse de, çoğunlukla zamanla daha büyür, daha rahatsız edici hal alır. Mânevî ıstırap, maddî ıstırabın başkalarına geçen ve onlar üzerinde çeşitli şekil ve tarzlarda akisler bırakan şeklidir. Maddî ıstırap bölünemez; şayet bölünebilseydi, bir sopa darbesiyle oluşacak acı, yüz bin kişiye bölündüğünde, her bir kişiye bir toplu iğnenin batması kadar bir kısım düşerdi. Buna mukabil, mânevî ıstırap bölünebilir ve bölündükçe de bölünme oranında bir artış kaydeder. Hal böyle olunca, bu ıstırabın başkalarına geçmesi ve çoğalması ıstırap çeken insanın ıstırabı oranında olmaktan ziyade, karşısındakinin ruh yapısına bağlıdır. Maddî ıstırap, dışarıdan gelen darbelerin şiddetine göre etki eder, yani verene tâbidir. Mânevî ıstırap ise verene değil; alana göre değişir. Bu ıstırap ve çile, onun etkisinde kalacak insanın ruh seviyesine göre değişir. İnsanlardan başka diğer canlılarda bu hal yoktur. Nitekim, kırbaç vurulan bir atı gören insanın dışındaki diğer canlılar, kendi hesaplarına belki ürkerler, ama hiçbir zaman onun çektiği acıdan ötürü nefislerinde bir acı, bir ıstırap, üzüntü duymazlar. İşte insanı diğer canlılardan ayırıp onların üstüne çıkaran, kısacası insanı insan yapan, halife yapan bu tarafıdır.



İslâm, bencillik ve bireyselliğe, ilgisizlik ve vurdum duymazlığa müsamaha göstermez: “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” “Doğuda bir müslümanın ayağına diken batsa, garptaki bir müslüman bunun acısını duyup üzülmezse, o onlardan değildir.” Bu hadisler ve benzer düsturlarıyla İslâm,  bu  ıstırabı  ibâdetleştirmekten  de  öte,  imanlaştırmaktadır.  Bu gerekçelerle ıstırap ve dâvânın çilesini ta iliklerinde hissetmek, iman kardeşlerinin dertleriyle dertlenip üzüntülerine ortak olmak,  müslümanın bütün bir ömür boyu kendinden ayrılamayacak ruh halidir. O yüzden müslüman dertsiz, çilesiz, gamsız, bencil ve boş veren bir kimse değil; ıstırap çeken, çilekeş ve mahzun bir insandır. Onun ıstırap ve üzüntüsü, kendisine yüklenen sorumluluktan ötürü duyduğu mes’ûliyetin kendisine yaşattığı ruh halidir. O ıstırap çekip, İslâm’ın ve müslümanların dertleriyle hüzünlendikçe imanı kuvvetlenecek, imanı seviye kat ettikçe daha çok çile çekecektir. Bütün bir ömür böylece geçecektir.      



Yüce dâvâ uğruna çekilen ıstırap, çile ve üzüntü, insanı rûhen yükselten, onu olgunlaştıran en büyük etkendir. Nasıl ki altın madeni topraktan çıkarıldıktan sonra yüksek ısıda eritme fırınlarında defalarca eritildikten ve kuyumcunun örsünde, onun çekici altında ve mengenesi arasında çile çektikten sonra, ancak o zaman, padişahların başı üstünde ihtimam ve iftiharla taşınan taç haline gelebilmektedir. O, dün toprakta ayaklar altında iken de, bugün padişahların başı üzerlerinde taşınırken de, aynı altındır. Fakat mukayese kabul etmez derecedeki bu fark, onun bu arada çektiği acı, sıkıntı, çile ve ıstırabın bir sonucudur. Bu işlemler esnasında, altına fikri sorulabilseydi, kendisine revâ görülen bu hallerin ancak kendisinin toprak altındaki rahat ve huzurunu bozmaktan başka bir işe yaramadığını söylerdi dili olsaydı. Ve kendisine bu üstünlüğü sağlamış  olan çilelerin kıymeti bu sonuçla ona gösterilebilse, çile çekmeyenlerle karşılaştırma yapılarak anlatılabilseydi, mahcup olup, müteşekkir kalabilecekti. Dikkat edilirse, bütün bu çekilenler altına, altın olması bakımından hiçbir şey ilâve etmemiştir. Bununla beraber bu altın, başlar üstünde taşınır hale bu çektikleriyle gelebilmiştir.



Aynen bunun gibi, çekilen sıkıntı ve ıstıraplar da, insanların ruhlarına fazladan bir şey katmazlar. Fakat onların mânen yükselmesini, ulvîleşmesini sağlarlar. “En büyük belâlar Peygamberlerin, sonra velîlerin ve sonra sırası ile diğer mü’minlerin başınadır” şeklindeki hadis-i şerif, bu hakikati en güzel şekilde dile getirmektedir.



Yalnız, bu ifadelerden, insanların Yüce Allah’tan acı, ıstırap, felâket ve hüzün istemelerinin tavsiye edildiği sonucu  çıkarılmamalıdır.  Peygamberimiz  (s.a.s.)  bunu  kesinlikle yasaklamış ve bize Allah Teâlâ’dan daima sıhhat ve âfiyet talep etmeyi tavsiye etmiştir.



Başkalarının acı ve ıstırabına ortak olmak, onların dertleriyle dertlenip üzüntülerini paylaşmak, günümüzün bireysel zevk anlayışına zıt, ciddi bir nefis eğitimi ve ruh seviyesi isteyen bir haldir. İslâm, bu durumu imanlaştırmıştır. Bunun için de, önce namaz, oruç, zekât, infak, kurban vs. gibi ibâdetlerle, kendi bağlılarını maddeten ve mânen eğiterek onları, bunu kabule hazırlamış ve daha sonra da “yeryüzündeki canlılara merhamet edip acıyın ki, gökyüzündekiler de sizlere merhamet etsin” ve benzeri telkin ve esaslarıyla, mü’minleri bu istikamete yöneltmiştir. Nihayet “Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen bizden değildir.” ihtar ve emirleriyle bu istikameti göstermiş ve bunu bir iman meselesi haline getirmiştir. Bu gerekçelerle müslüman, çilekeş, mahzun bir varlıktır. O çile çektikçe imanı kuvvetlenecek ve imanı kuvvetlendikçe de daha çok çile çekecektir. Bu böylece bütün bir ömür boyu sürüp gidecek, “korku ve üzüntü olmayan” gerçek mutluluk yurdunu hak etmiş olacaktır.



Bunun en güzel, en canlı misali, Hz. Ömer (r.a.)’in İslâm’dan önceki ve İslâm’dan sonraki hareket ve davranışları arasındaki bâriz farktır. İslâm’dan önce çocuğunu diri diri toprağa gömen Ömer (r.a.)’in, İslâm’dan sonra, bir keçi yavrusunun Dicle nehri üzerindeki bir köprüden geçerken, bu köprünün kendi ihmali sonucu harap olarak ayağının kırılmasına sebep olması ihtimaliyle tir tir titreyerek hüngür hüngür ağlaması, değil başka insanların, insan dışındaki canlıların bile çektikleri ve hatta çekecekleri acı ve ıstırabı kendi nefsinde duymuş olmanın en canlı ifadesidir. Yine Hz. Ömer (r.a.)’in başkalarının acı, ıstırap ve üzüntü içinde olmaları ihtimaliyle sabaha kadar gözünü kırpmadan sokaklarda, mahalle aralarında dolaşması, müslümanın ruh büyüklüğünü gösteren en güzel bir örnektir. Zira o da insandı. O da etten ve kemiktendi. Muhakkak o da istirahat etmek, dinlenmek ihtiyacını duymakta idi. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar böylesine bir mesâiye nasıl olup da tahammül ediyordu? Bir insan olarak bunu nasıl başarabiliyordu? Hepimizden çok yorulmasına rağmen yine de gece gündüz çalışıyordu. Çünkü kendisini buna mecbur kabul ediyordu. Zira sahip olduğu imanın kendisine verdiği başkalarının dertleriyle dertlenmek ve üzüntülerine ortak olmak sorumluluğu, onun ruhunda bir enerji, bir güç haline gelmekte ve onu bitmek tükenmek bilmeyen bir eylemin, sâlih amelin içine çekmekte idi.



Birkaç sene evvel çocuğunu diri diri gömen Ömer (r.a.)’in, birkaç sene zarfında bir keçi yavrusunun ayağının kırılması ihtimaliyle müteessir ve mahzun olacak kadar rûhî olgunluğa erişmiş olması, ancak İslâmiyet’in bu çeşit çileleri imanlaştırmış olmasıyla mümkün olabilmiştir.



Maddî dert ve ıstırap, “ben”den başlar, “ben”de devam eder ve yine “ben”de biter. Mânevî ıstırap ve çile ise, “sen” veya “o” dan başlar, “ben”e intikal eder ve yine “ben”den “sen” veya “o”na döner ve orada son bulur. Böylece devrini de tamamlamış olur. “Sen” veya “o”ndan “ben”e geçiş his/duygu halinde, halbuki “ben”den “sen” veya “o”na geçiş ise iş halindedir. Yani, “ben”e his olarak gelmekte ve “ben”den iş/eylem olarak geri dönmektedir. Başka bir deyişle, birincisinin başlayış ve bitişi “ben”, diğerininki ise “sen”dir. Bu münasebetle, maddî ıstırap “ben”de başlayıp “ben”de bittiği için “bencil”dir. Mânevî ıstırap, yani çile ise, “sen”de başlayıp “sen”de bittiği için de “sencil”dir. Bundan dolayı da maddî ıstırap ve acılar “bencilliği”, mânevî ıstırap, yani çile ise “sencilliği” doğuracaktır. Yani, birisi kendi hizmetinde, diğeri de başkasının hizmetinde olacaktır.



Biz, diğer kardeşlerimizin acı ve sıkıntılarına iştirak ettiğimiz, bunu paylaştığımız ve nihayet bu acı ve ıstırabı, bu hüznü  içimizde  hissettiğimiz  oranda  iman  bakımından  olgun  ve kâmiliz demektir. Meselâ, bir kış gecesi kar altında beton üzerinde yatmış olan ufacık yavruların bu bitmez tükenmez çileleri, eğer bizim sıcak yatağımızdaki rahatımızı ve zevkimizi kaçırmıyorsa, ilk yapacağımız iş, ellerimizi açarak Allah Teâlâ’dan yaptığımız ibâdetleri kabul etmesini istemek ve bize İslâm’ın esasını, özünü anlayacak zihin açıklığı, ruh büyüklüğü ve teslimiyet vermesini dilemek olmalıdır. (6)     



Tefekküre dalıp hüzünlenmek ayrı şeydir, karamsar düşünceler içinde surat asmak çok ayrı. İnsanların yanında mütebessim, sadece Allah’la  başbaşa olduğumuzda da mahzun olmak, Ekrem Rasûl’ün sünnet ve sîreti idi. Onun, insanlar içinde daima ümitvâr, iyimser ve yüzünde tebessümü eksik olmayan tavrı, Allah’a karşı mahzun olmaya engel değildi. Gerçek anlamda ve tavsiye edilen “mahzun olma”yı, kahkaha ile gülmemek, Allah’la beraber olmak, O’nu her an hatırlayıp her ânını ibâdet haline getirmek, ölümü ve sonrasını düşünmek, sorumluluk bilincini kuşanmak, insanların dertleriyle dertlenip ilgilenmek sağlar.



Ama tavsiye edilen hüzün, hiçbir zaman marazî bir bunalım, bedbîn, karamsar bir tavır, hastalıklı bir somurtuş ve gergin bir çehre demek değildir. Gönle buruk bir zevk, tatlı bir âhenk veren,  ruhu okşayan, onu doyuran, vicdanı ve hayır duygusunu besleyen, insanı olgunlaştıran özelliklerdir olumlu hüzün.



İslâm ne kadar cemaat ve cemiyet dini ise, Batı hayatı o kadar bireycidir. Herkes kendisi için ve kendi dünyasında yaşar Batılı ve bâtıl düzen ve dünya görüşünde. İnsanımız da batı virüsünden kafa ve gönlüne bulaşıcı hastalıklar kaptığı günden bu yana yalnızdır; dertleriyle baş başadır. Kendi kendine yetmeye, başkalarını boş vermeye dayalıdır hayat felsefesi. Dünyanın en uzak köşesinde bir müslümanın ayağına batan diken, herhangi bir insanın gönlüne batan küfür ve şirk dikeni, onun rahatını ve varsa eğlencesini kaçırmaya yeter de artar bile. Kendisinin, çevresinin ve giderek halifesi olduğu yeryüzünün sorumluluğu, onu bırakın gülüp oynamak; ağlamak ve üzülmek için bile vakti olmadığını, kendisine çok iş düştüğünü tatlı bir hüzünle hatırlatacaktır.



Komşusu açken tok yatması câiz olmayan bir mü’minin, özellikle iman, takvâ ve ahlâk olarak gönüllerin açlıktan sahibini komalık ettiği bir ortamda, kendi basit dertlerini öne çıkarması doğru olur mu? Hüznün, insanın ta ciğerine işleyen buruk ama tatlı bu hüzünle birlikte şükür ve sorumluluk bilincinin takviyesi için Allah rasûlü hasta ve kabir ziyaretlerini tavsiye etmiştir. Üzülmek, insanı önemsemektir; onu ciddiye almaktır.



Televizyon öncesi Anadolu’da düğün tarihine yakın köyde bir ölüm vuku bulduğunda, komşu ve yakın kimselerin üzüntüsüne ortak olmak için düğün ertelenirdi. Şimdi ise... Şâirin dediği gibi; “Alevler içinde ev, üst katında ziyafet!” İnsanlığın fesadı, “bana ne?”, “neme lâzım?”, “her koyun kendi bacağından asılır!” gibi ata sözü değil; “ate sözleri”yle azgınlaşmıştır. Münkeri yasaklayıp mârufu emretmenin yerini,  “boşvermişlik” ve adına  “demokrasi”  ve  “özgürlük”  dedikleri  “kişinin kendine/hevâsına tapma”  almıştır.



Allah hiçbir duygumuzu boşuna veya bize zararı olsun diye yaratmamıştır. Fıtratımıza yerleştirilen hüzün duygusu da, sınırı ve dozu ayarlanmak kaydıyla insânî erdemlerden biridir. Bitkilerde ve hayvanlarda bu duygu yoktur. Ot gibi, at gibi yaşamak isteyenler de olumlu hüzünden uzak yaşamak için çırpınanlar, dünyayı oyun ve eğlence yeri gibi görenlerdir.