HEVA-HEVES

Allahû Teâla (cc) gerek kendi hukukunu gerek yaratmış olduğu canlıların hukukunu muhafaza etmek üzere, insanlardan misak almıştır. Yeryüzündeki insanlık tarihi tek bir ümmet dönemi ile başlamıştır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "İnsanlar bir tek ümmetti. (Kimi iman etmek, kimi küfre sapmak sûretiyle ihtilafa düştüler) Binaenaleyh Allah müjdeciler ve inzar ediciler olarak peygamberler gönderdi ve onlar birlikte, insanların ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında aralarında hüküm vermek için, hak (ve gerçek kitaplar da indirdi. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, aralarında olan bağy'den (hasedlerinden ve hevâlarından) dolayı ihtilâfa düşenler, o kitap verilenlerden başkası değildir. İşte Allah (böylece iman edenleri, kendi iradesiyle hakkında ihtilafâ düştükleri (meselelerde) hakka ulaştırdı. Allah kimi dilerse onu sırat-ı müstakîme ulaştırır?" (Bakara: 2/213) hükmü beyan buyurulmuştur. Fahrüddin-i Razi: "Âyetle ilgili birkaç mesele vardır. Keffâl, `Ümmet, bir kısmı bir kısmına uyan, aynı şey üzerinde ittifak eden bir topluluktur.' Bu kelime el-i'timan (uymak) masdarından alınmıştır." demiştir. Âyet, insanların bir tek ümmet olduklarını gösterir. Fakat hak üzere mi, bâtıl üzere mi olduğuna delâlet etmez. Bu hususta müfessirler ihtilâf ederek, şu üç görüşü söylemişlerdir.



Birinci görüş: "İnsanlar iman ve hak üzere olan, tek bir din üzere idiler." Bu görüş, çoğu muhakkîk âlimin görüşüdür. Bunun böyle olduğuna şunlar delalet eder: (a) Keffâl'in söylediği şu husus: `Bunun delili, bu ifadeden sonra "Allah müjdeciler ve inzar ediciler olarak peygamberler gönderdi ve onlarla birlikte, insanların ihtilafa düştükleri şeyler hakkında aralarında hüküm vermek için, hak (ve gerçek) kitaplar da indirdi" âyetinin gelmiş olmasıdır. Bu âyet, peygamberlerin ancak ihtilâf esnasında gönderilmediklerine delâlet eder. Bu husus "insanlar ancak tek bir ümmet idiler de ihtilâfa düştüler." (Yunus: 10/19) âyeti ile kuvvet bulur. Ve yine İbni Mes'ud (r.a)'dan rivayet edilen şu kıraatı ile de mânâ kuvvet kâzanır (...) Fe be'asellahu'n-nebiyyiyne cümlesinin başındaki "fe" harfi; peygamberin, insanlar arasında ihtilâf çıkmasından sonra gönderilmelerini gerektirir. Eğer insanlar, peygamber gelmeden önce küfür üzere tek bir ümmet olsalardı, peygamberlerin onlar ihtilâfa düşmeden önce gönderilmeleri evlâ olurdu. Çünkü peygamberler; insanların bir kısmı hak üzere, bir kısmı da bâtıl üzere iken peygamber olarak gönderildiklerine göre bütün insanların bâtıl ve küfür üzere oldukları bir sırada peygamber olarak gönderilmeleri daha evlâ olur. Keffâl (r.a)'in söylediği bu görüş, bu hususta çok güzel bir görüştür."[295] diyerek meseleyi izah etmiştir.



Şurası muhakkaktır ki; insanların "iman üzere, tek bir ümmet halinde iken" ihtilâfa düşmelerinde, hevâlarına uymalarının büyük payı vardır.. Nitekim Hz. Âdem (a.s)'m oğlu Kabil; hevâ ve hevesine uyarak kardeşi Habil'i öldürmüştür. Ayet-i Kerime'de: "Nihayet nefsi, kardeşini öldürmeye (isteyerek) uymuş da onu (Habil'i) öldürmüştü. Bu yüzden ziyana uğrayanlardan olmuştu" (Maide: 5/30) hükmü beyan buyurulmuş ve nefsin hevâsına dikkat çekilmiştir. Bu girişten sonra "hevâ" kelimesi üzerinde duralım.



Hevâ kelimesi: He-Ve-Ye fül kökünden gelir, masdar şekilleri "Hüviyyen, hevyanen, heven"dir. Lûgatta: "Yukarıdan, şahinin inişi gibi hızla süzülüp inmek, fırlamak, düşmek, mahvolmak ve rüzgâr gibi esmek, batmak ve kabm boş olması" gibi mânâlara gelir. Ayrıca gökle yer arasmdaki iklime de "hava" denilmiştir. Hüviyye; yüksek bir yerden aşağıya düşmek mânâsınadır. Kur'ân-ı Kerîm'de "Kıyamet gününün dehşet ve azameti tasvir olunurken: “Amma kimin de tartıları hafif gelirse, artık onun anası hâviye (uçurum) dir (fe ümmühü haviye). Onun mahiyetini sana bildiren nedir? (O) Harareti müthiş bir ateştir." (Karia: 101/8-11) buyurulmuştur. Korkunç bir uçuruma fırlatılan ve mahvolan insanın dramı haber verilmiştir. "Fe ümmühü haviye" nin mahiyeti; müstekbirlerin ve müşriklerin (anne kucağına gider gibi) cehennem çukuruna gidecekleridir. Hevâ; "değersiz, neticesiz ve boş kuruntular" mânâsına da gelir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu mahiyette de kullanılmıştır.[295]



İslâmî ıstılâhta; "nefsin şehvetlere eğilimi, keyfe ve rahata düşkünlüğü ve (vahyi hafife alarak) diline geldiği gibi konuşması" hevâya tâbi olmak, şeklinde ifade edilmiştir. Genel olarak insanlar yeryüzünde; ya vahye ve ilme tâbi olurlar, veya hevâ ve hevese!.. Şimdi her iki hâli, delilleriyle birlikte gündeme getirelim:



Resûl-i Ekrem (sav)'in; hevâ ve hevesine göre söz söylemediği ve mutlaka kendisine vahyedileni tebliğ ettiği sabittir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ve o (rasûl) kendi hevâsından söz söylemez (ve mâ yentıkû ani'l-hevâ). O (Kur'ân ve din hususundaki emirleri) ilkâ edile gelen vahiyden başka bir şey değildir." (Necm: 53/3-4) hükmü beyan buyurulmuştur. Yine bir başka âyet-i kerimede: "(Ve şu emri indirdik) Aralarında Allah'ın indirdiği (vahy) ile hükmet!.. Onların hevâlarına (ehvâ-ehum) uyma!" (Maide: 5/49) emri verilmiştir. Dikkat edilirse; vahiyle hükmetmek emredilirken, hevâya uymamak noktasında uyarı sözkonusudur. Devlet yönetimi ve insanlar arasındaki diğer meselelerde de vahye tâbi olunması, hassaten belirtilmiştir. Nitekim: "Ey Davud!.. Biz seni yeryüzüne halife yaptık!. O halde insanlar arasında hak ve adâletle hükmet (Sakın) hevâ ve hevesine tâbi olma ki (lâ tettebi'ıl-hevâ), bu seni Allah yolundan saptırır. Hesap gününü unuttukları için, Allah yolundan sapanlara (hevâ ve heveslerine tâbi olanlar) çetin bir azab vardır." (Saad: 38/26) âyetinde, bu husus sarihtir.



Müşriklerin ve kâfirlerin temel vasıfları ise, hevâlarına ve zanlarına tâbi olmalarıdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Bu (putlar) sizin ve atalarınızın taktığınız adlardan başkası değildir. Allah onlara hiç bir hüccet indirmedi. Onlar, kuruntudan ve nefislerinin arzu ettiği hevâdan başkasına tâbi olmuyorlar..." (Necm: 53/23) hükmü beyan buyurulmuştu. Hevâ ve heveslerine tâbi olanlar; belirli bir süre sonra, ifrata giderek, hevâlarını ilâh haline getirebiliyorlar. Herşeyin kendilerine boyun eğmesini ve keyiflerinin tatminini arzuluyorlar. Kur'ân-ı Kerîm'de; "Gördün mü o hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi (eraeyte minettehaze ilâhehû hevâh)? Şimdi sen onun üzerine vekil (bekçi) mi olacaksın? Yoksa onların çoğunu hakikaten (söz) dinlerler, yahud akıllanırlar mı sanıyorsun? Onlar, başka değil, dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Belki yol itibariyle daha sapıktırlar." (Furkan: 25/43) buyurulmuş ve onların sıfatı izah edilmiştir.



Hevâlarını ilâh edinen kimselerin çoğunlukta olduğu ülkelerde; fesad, fuhuş, bağy ve fitne alabildiğine yükselir. Zulmün, haksızlığın ve işkencenin her çeşidi gündeme girer. Bu manzara ile karşılaşan ve hesap gününü düşünen mü'minlerin, hevâsını ilâh edinenlere karşı mücadele etmeleri farzdır. Eğer güçleri yetmiyorsa (ve cemaat halinde iseler) hicret ibadetini düşünmelidirler. Çünkü hevâlarını ilâh edinen kimselere itaat etmek; imtihanın mahiyetini kavrayamayanların yapabileceği bir ameldir. Hesap gününü düşünen mü'minler, vahye ve ilme tabi olarak yaşamak ve imtihanı kazanmak gayretindedirler.[295]