Mugayyebat-I Hamse Meselesi

Âyet-i kerimede beş şeyin ilminin Allah'a mahsus olduğu, bunları peygamberler dahil başka hiçbir kimsenin bilemeyeceği ifade edilmiştir. Bu beş şey şunlardır:



1- Kıyametin ne zaman kopacağı,



2- Yağmurun yağması (Ne zaman, nereye, ne miktar yağacak),



3- Anne rahmindeki çocuk,



4- Yarınki kazanç,



5- Ecel.



Bu beş şeyden ikisi hususunda, Kur'ân-ı Kerim'in beyanına aykırı iddialar her devirde olagelmiştir: Yağmur ve anne karnındaki çocuk. Yani: "Barometre veya bazı tecrübelerle yağmurun yağacağı önceden biliniyor." veya "Anne karnındaki çocuğun kız mı erkek mi olduğu önceden biliniyor" iddiasında bulunanlar çıkıyor.



Bu bir iki noktayı belirtmek isteriz:



1- Yağmurla ilgili olarak önceden söylenen, henüz tahmini bilgi olmaktan öte geçememiştir. İlim ise kesin bilgidir, zan ve tahmin bulaşığı giren şeyde ilimden bahsedilemez. Bu sebeple barometre ile, sun'î peyklerden alınan fotoğraflarla yapılan hava tahminleri hal-i hazırda da ilim denebilecek yüzde yüz kesinlik kazanmış değildir, bu tahminlerin Kur'an-ı Kerim'in yağmurun mugayyebâttan olma hükmünü cerhetmez.



Ayrıca, şunu da gözden uzak tutmamak gerekir: Yağmurun yağacağına dair tahminler, yağmuru haber veren alâmetlere bakılarak yapılmaktadır. Öyle ise bu alâmetlerin zuhuru, yağmuru "gayb"tan çıkarmış demektir. Bu durumdaki gayb mutlak değil, izafidir. Yani bazılarına gayb iken diğer bazılarına ma'lumdur. Çünkü alâmetleri belirmiş, bu alâmetleri bilip değerlendirme ihtisasına sahip olanlar yağmurun yağacağını söyleyebiliyorlar, tahminde bulunabiliyorlar. Bu duruma gaybı bilmek desek, o kadar çok şey "gaybı bilme" olarak vasıflanır ki, Kur'ân-ı Kerim'in bu meseledeki esprisinden, demek istediğinden uzaklaşılır. Söz gelimi belli kanunlara bağlı olarak vukua gelen hadiseler var, kanunu bilenler nazarında malumdur, bilmeyenlere göre meçhuldür, aygüneş tutulması gibi, gece ve gündüzün uzama, kısalma müddetleri gibi. Hiç kimse ayın ne zaman tutulacağını söyleyen kimseye "gaybı bildiğini iddia ediyor" diye târizde bulunamaz



Şu halde âyet-i kerime, yağmurun kesin bir kanuna bağlanmadığını, onun bağlandığı kanuna her an değişmeye maruz birçok şartların, müessir âmillerin iştirak ettiğini haber vermiş olmaktadır. Öyle ise, bütün bu müşârik şartlar istikrarsızlık ve değişkenlikleri ile tavsif edilerek ortaya konup kesin tahminlere ulaşılsa bile âyetin hükmü bâki kalır. Çünkü zuhuruyla, "yağmuru gâib olmaktan çıkarmış bulunan" maddî alâmetlere dayanılmıştır.



2- Ana rahmindeki çocuğun bilinmesine gelince: Hemen şuna dikkat çekmek gerek: Ayet-i kerime, "Anne karnındaki çocuğun erkek mi, kız mı olacağını sadece Allah bilir" demiyor. Eskiden beri insanlar en çok bunu merak ettikleri için, âyeti de bu mânada yorumlamışlar. Âyet: "Rahimlerde olanı O bilir" buyurmaktadır.



Rahimlerde olan çocuğun merak edilecek durumları o kadar çok ki, erkeklikdişilik sadece bir tanesidir. Halbuki çocuğun anne karnında yaratılışını açıklayan hadisler, dördüncü ayından itibaren Cenab-ı Hakk'ın emriyle meleğin yazdığı ahvâl sadece erkeklikdişilik değildir, "rızkı", "eceli", "sağlam veya sakat olacağı", "bedbaht veya mes'ud olacağı", "erkek veya dişi olacağı", "ne amelde bulunacağı", "ne gibi eser bırakacağı", "ahlâkı", "ikiz veya tek olacağı", "noksan veya tam olacağı", "maruz kalacağı musibetler" vs. de yazılmaktadır. Öyle ise ceninin maddî ve manevî bütün ahvalini, şahsiyetini bilmektedir.



Bunlardan bazı maddî ahvalin, insanlar tarafından -alametlerin zuhurundan sonra- bilinmesi, tıpkı yağmur meselesinde açıkladığımız gibi Kur'ân'ın hükmünü cerhetmez. Şâyet Kur'ân: "Erkek mi dişi mi olduğunu" demiş olsaydı, bu meselede söz edenler biraz haklı sayılabilirlerdi. Kur'ân-ı Kerim'in ifadesinde ise maddî ve mânevî ahvaliyle şahsiyet-i cenin maksuddur. Bunu insanoğlu hiçbir zaman bilemez.



Hemen ilâve edelim ki, biz bu ayette genetik sahasında insanları maceraya sevkedecek fütüristlere bir cevap görüyoruz. İnsanın maddîmanevî ahvalini; fizikî, ruhî kuvvelerini tayin eden âmiller zabt u rabt altına alınamaz, bu hususta câri olan kanunları tamamen keşfedip bu sahaya hakimiyet kurma, bir başka deyişle, istediği evsafta nesil elde etme işi insan kapasitesinin dışındadır.



Bu mevzuyu Bediüzzaman'dan bir pasajla kapayacağız:



"Demişler ki: "Rasadhanelerde bir âletle yağmurun vakt-i nüzûlü keşfediliyor. Onu da, Allah'tan başkası da biliyor. Hem röntgen şuâiyle rahm-i mâderdeki ceninin müzekker, müennes olduğu anlaşılıyor. Demek mugayyebatı  hamseye ıttıla' kabildir?"



"Elcevap: Yağmurun vakt-i nüzûlü bir kaideye merbut olmadığı için, doğrudan doğruya  meşiet-i hassa-i İlahiyye ile bağlı ve hazine-i rahmetten hususi iradeye tabi olduğunun bir sırr-ı hikmeti şudur ki: Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymetdar mahiyet, nur, vücud ve hayat ve rahmettir ki bu dört şey, perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i İlahiyye ve meşiet-i hassa-i İlahiyyeye bakar. Sair masnuatta zahirî esbab, kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete hicab oluyor. Fakat vücud, hayat ve nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünkü, perdelerin sırr-ı hikmeti o işte cereyan etmiyor. Madem vücudda en mühim hakikat rahmet ve hayattır; yağmur, hayata menşe ve medar-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesait perde olmayacak, kaide ve yeknesaklık dahi, meşiet-i hassa-i İlahiyyeyi setretmiyecek; tâ ki her vakit, herkes, her şeyde şükür ve ubudiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide dahilinde olsaydı, o kâideye güvenip, şükür ve rica kapısı kapanırdı. Güneşin tuluunda ne kadar menfaatler olduğu mâlumdur. Halbuki muttarid bir kaideye tabi olduğundan, güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın güneşin çıkacağını bildiği için, gaibten sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz'iyatı bir kaideye tâbi olmadığı için her vakit insanlar ricâ ve dua ile dergâh-ı ilahiyyeye ilticâya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî vakt-i nüzûlünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hassa telâkki edip hakiki şükrediyorlar.



İşte bu âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzulünü, mugayyebat-ı hamse'ye idhal ediyor. Rasathânelerdeki aletle, bir yağmuru mukaddematını hissedip vaktini tayin etmek, gaibi bilmek değil, belki gaibden çıkıp âlem-i şehâdete takarrubu vaktinde bazı mukaddematına ıttıla' suretinde bilmektir. Nasıl, en hafi umur-u gaybiye vukua geldikçe, veyahud vukua yakın olduktan sonra hiss-i kable'lvukuun bir nev'iyle bilinir. O, gaybı bilmek değil; belki o, mevcudu veya mukarrebül vücudu bilmektir. Hatta ben kendi âsabımda bir hassasiyet cihetiyle yirmi dört saat evvel, gelecek yağmuru bazen hissediyorum. Demek yağmurun mukaddemâtı, mebâdileri var. O mebâdiler, rutubet nev'inden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hâl, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaibden çıkıp daha şehâdete girmeyen umura vüsûle bir vesile olur. Fakat daha âlem-i şehadete ayak basmayan ve meşiet-i hassa ile rahmet-i hassadan çıkmayan yağmurun vakt-i nüzûlünü bilmek, ilm-i Allamül Guyub'a mahsustur.



Kaldı İkinci Mes'ele: Rontgen şuâiyle rahm-ı mâderdeki çocuğun erkek ve dişisini bilmek ile   ويعْلم مافى اَرْحامِ  (rahimlerdekini Allah bilir) âyetinin meâl-i gaybîsine münâfi olmaz. Çünki: Âyet yalnız zükuret ve ünûset keyfiyetine değil, belki o çocuğun acib istidat-ı hususi ve istikbalde kesbedeceği vaziyetine medar olan mukadderat-ı  hayatiyesinin mebâdileri, hatta simasındaki gâyet acib olan sikke-i samediyet muraddır ki, çocuğun o tarzda  bilinmesi, ilm-i Allâm-ul Guyub'a mahsustur. Yüz bin röntgenmisal fikr-i beşerî birleşse, yine o çocuğun umum efrâd-ı beşeriyeye karşı birer alâmet-i fârikası bulunan yalnız hakiki simay-ı vechiyesini keşfedemez. Nerede kaldı ki simay-ı veçhisinden yüz defa daha hârika olan istidadındaki simay-ı mâneviyi keşfedebilsin. Başta dedik ki: Vücud ve hayat ve rahmet, bu kâinatta en mühim hakikatlardır ve en mühim makam onlarındır. İşte onun için o câmi hakikat-ı hayatiye, bütün incelikleriyle ve dekâikiyle irâde-i hassaya ve rahmet-i hassaya ve meşiet-i hassaya bakmalarının bir  sırrı şudur ki: Hayat, bütün cihazatiyle ve cihatiyle şükür ve ubudiyet ve tesbihin menşe ve medârı olduğundandır ki, irade-i hassaya hicab olan yeknesaklık  ve kaidelik ve rahmet-i hassaya perde olan vesait-i zahiriye konulmamıştır. Cenab-ı Hakk'ın rahm-i mâderdeki çocukların simay-ı maddî ve manevîlerinde iki cilvesi var:



BİRİSİ: Vahdetini ve ehadiyetini ve samediyetini gösterir ki o çocuk âzâyı esâside ve cihâzât-ı insâniyenin envâına  sair insanlarla muvâfık ve mutâbık olduğu cihetle hâlık ve sâniinin vahdetine şehâdet ediyor. O cenin bu lisan ile bağırıyor ki: "Bana bu sima ve azayı  veren kim ise, bütün esâsat-ı âzâda bana benziyen bütün insanların sanii dahi O'dur. Ve hem bütün zîhayatın sânii O'dur.



İşte rahm-i mâderdeki ceninin bu lisanı, gaybî değil, kaideye ve ıttırada ve nev'ine tâbi olduğu için mâlumdur, bilinebilir. Âlem-i şehâdetten âlem-i gayba girmiş  bir daldır ve bir dildir.



İKİNCİ CİHED: Simây-ı istidadiye-i hususiyesi ve simay-ı veçhiye-i şahsiyesi lisaniyle saniinin ihtiyarını iradesine ve meşietini ve rahmet-i hâssasını ve hiçbir kayd altında olmadığını, bağırıp gösteriyor. Fakat bu lisan, gaybü'lgaybdan geliyor. İlm-i ezelîden başkası, kable'l vücud bunu göremiyor ve ihata edemiyor. Rahm-i mâderde iken bu simanın binde bir cihazatı görünmekle bilinmiyor.



ELHASIL: Ceninin simayı istifadesinde ve simayı vechiyesinde hem delil-i vahdaniyet var, hem ihtiyar ve irâde-i ilâhiyenin hücceti vardır."[53]