MUBAH OLAN İLİM

METİN



Mubah olan ilim. Müslümanlarla olay edilmeyen şiirler gibi şeylerdir. El-Eşbâh ve'n-Nezair'in Fevaid-i şetta faslında böyle denilmiştir.



İZAH



Bir müslümanın avret yerlerini anmak, ırz ve namusa dil uzatmak, onu hafife almak bu kabildendir.



METİN



Bundan sanra «el-Eşbah» sâhibi İbn-i Nüceym, rubâiyat meselesini nakletmiştir. Bu meseleden maksad şudur: Fıkıh hadîsin semeresidir. Fakîhin kazanacağı sevab, muhaddisin sevabından az değildir. Yine «el-Eşbah» da beyan olunduğuna göre peygamberler (ve cennetle müjdelenenler) den maada hiçbir kimse Allah Teâlâ'nın kendisi için ne kadar sevab vermeyi dilediğini ve kendine ne gibi güzel sıfatlar irade buyurduğunu bilmez. Çünkü Allah'ın iradesi gaipdir. Bundan yalnız fukaha müstesnâdır. Zira onlar Allah Teâlâ'nın kendileri hakkındaki iradesini sadık peygamberinin tasdik edilen şu hadîsi ile bilmişlerdir: «Allah bir kimseye hayır vermek dilerse, onu dinde fakih yapar». «el-Eşbah» da şu da vardır: «Kıyâmet gününde kula her şey sorulacak. yalnız ilim sorulmayacaktır». Zira Teâlâ Hazretleri, Peygamberine ziyadeyi istemesini tavsiye ederek «Hem de ki Ya Rabbî benim ilmimi ziyâdeleştir!» buyurmuştur. şu halde ilmi nasıl sorar!



İZAH



Ancak Hamevi bu son söze itiraz etmiş; hadisde, kul'a ilminin de sorulacağının bildirildiğini söylemiştir. Hadis şudur: «Kıyâmet gününde kul'a dört şey sorulmadıkça ayakları kaymayacaktır:



1 - Ömrünü nerede ifna ettiği,



2 - Gençliğini nerede yıprattığı,



3 - Malını nereden kazandığı,



4 - İlmi ile ne yaptığı (sorulacaktır)»



Hamevî'nin itirazına cevaben, «İlmin sorulmamasından murad, ziyadesini istemektir. Yani kul'a niçin ilminin artmasını istedin? şeklinde bir sual sorulmayacaktır. Ta'lil de ancak bununla sahih olur.» denilmiştir. Fakat buna da itiraz olunmuş, «Kul'a ziyadeyi ne için istediği, bununla riya mı yoksa mevki mi kasdettiği sorulacaktır. Yukarıdaki hadisde «Lakin sen ilmi âlim denilmek için öğrendin; gerçekden sana âlim de denildi...», buyurulması buna delâlet eder», denilmiştir.



Ben derim ki: En iyisi murad Allah Teâlâ'ya ulaşdıran faydalı ilimdir; demektir. Faydalı ilim, hüsnüniyet ve amel ile nefsin âfetlerinden kurtularak elde edilen ilimdir. Kul'a bu ilim sorulmaz. Çünkü mahz-ı hayırdır. Faydalı olmayan ilim böyle değildir. Onu Allah sâhibine sorar ve onunla sahibini azab eder. Nitekim yukardaki hadisin tamamı da bunu göstermektedir. Onun içindir ki, bir hadisde şöyle buyurulmuştur:



«Şübhesiz Allah Teâlâ, Kıyâmet gününde kulları diriltecektir. Sonra ulemayı dirilterek, «Ey ulema cemaati! Ben size ilmimi ancak sizi bildiğim için verdim. Size verdiğim ilmi size azap etmek içinvermedim. Haydi gidin! Sizi affettim, buyuracaktır». Benim anladığım budur, Allahu âlem.



METİN



Yine «el-Eşbâh» da şöyle deniliyor: «Bize mezhebimiz ve muhâlifimizin mezhebi sorulursa vücûben şu cevabı veririz:



Bizim mezhebimiz savâbdır (doğrudur). Ama hatâya ihtimâli de vardır. Muhâlifimizin mezhebi hatadır; ama savâba ihtimali vardır. İtikadımız ve hasımlarımızın itikadı sorulursa vücûben şöyle deriz: Hak yol bizim tuttuğumuz yoldur. Bâtıl ise hasımlarımızın yoludur.



İZAH



Muhalıfimizden murad. fıkhî meselelerde bize muhâlefet eden müçtehid imamlardır. Bize mezhebimiz sorulduğu zaman kesdirme yoldan giderek «Doğru olan mezhep bizim mezhebimizdir», şeklinde cevap verirsek «Müçtehid bazen hata eder; bazen isâbet», dememiz doğru olmaz. Onun için kesin konuşarak «Bizim mezhebimiz mutlaka doğrudur». diyemeyiz. Nitekim, «Muhalifimizin mezhebi kat'î olarak hatadır» da diyemeyiz. Şuna binâen ki muhtar olan kavle göre Allah Teâlâ'nın her mesele hakkında muayyen bir hükmü vardır. O hükmü aramak icap eder. O hükme isâbet eden doğruya isâbet etmiş; isâbet edemeyen hata etmiş olur. Bu, dört mezhebin imamlarından naklolunmuştur. Sonra muhtar kavle göre hatâ eden müçtehid me'curdur. Nitekim «et-Tahrir» ve şerhinde de böyle denilmiştir.



Efdal varken mefdulü taklid câiz midir?.



Bilmiş ol ki, yine «et-Tahrir» ve şerhinde beyân edildiğine göre efdal varken ondan aşağı olan mefdulü taklid etmek câizdir. Hanefilerle Mâlikilerin ve ekseri Hanbelilerle Şafiîlerin kavli budur. imam Ahmed'den bir rivâyete ve birçok fukahaya göre câiz değildir. «et-Tahrir» sahibi bundan sonra şunları söylemiştir:



«Bir kimse Ebu Hanife ve Şafiî gibi muayyen bir müçtehidin mezhebini iltizam etse bazılarına göre o mezhepde kalmak o kimseye lâzımdır. Bazıları lâzım olmadığını söylemişlerdir ki, esah olan da budur».



Ulema arasında şuyu' bulduğuna göre avamdan olan bir kimsenin mezhebi yoktur. Bunu bilince anlarsın ki, Nesefî'nin, «Bir kimsenin benim mezhebim doğrudur; ama hata olmak ihtimali vardır diye itikad etmesi vacibdir», sözü mefdulün taklidi câiz olmaması kaidesi üzerine kurulmuştur. Ve Âmmî hakkında kâbil-i tatbik değildir. Ben İbn-i Hacer'in fıkhî fetvalarının sonunda bunun bir kısmının tasrih edildiğini gördüm. İbn-i Hacer'e Nesefi'nin mezkûr ibaresi sorulmuş.O Şafiîye (imamlarının kavli de bu olduğunu yazıyor ve sonra şöyle diyor:



«Bu söz zayıf bir kaideye, (en iyi bilen taklid edilir; başkası taklid edilemez) kaidesine ibtina etmektedir. Esah olan şudur ki. o kimse muhayyerdir. Kimi isterse onu taklid eder. Velev mefdul olsun! Bu takdirde kendisinin sevap üzere olduğunu kat'î veya zannî olarak söylemesi mümkün değildir. Mukallide düşen vazife imamının mezhebinin hak olması ihtimali bulunduğuna itikad etmesidir».



İbn-i Hacer sözüne şöyle devam ediyor: «Sonra muhakkik İbn-i Hümâm'ın söylediklerini tasrih edensözlerini gördüm.



«Hidâye» şerhinde diyor ki: Âmmînin kalbine yatan kavil ile amel etmesi bence daha doğrudur. Şu halde iki müçtehidden fetva ister de kendisine muhtelif cevaplar verirlerse, evlâ olan, kalbinin yattığı müçtehidin sözü ile amel etmesidir.



Bana göre kalbinin yatmadığı müçtehidin sözü ile amel etmesi de caizdir. Zira âmmînin kalbinin yatması yatmaması müşsavidir. Ona vacip olan, bir müçtehidi taklit etmektir; bunu da yapmıştır».



İtikadımızdan murad, hiçbir kimseyi taklid etmeksizin her mükellefe itikadı vacip olan meselelerdir. Bizim itikadımız ehl-i sünnet velcemâat mezhebidir. Ehl-i sünnet, Eş'arilerle Mâtüridilerdir. Bu iki fırka itikadda bir gibidirler. Bir kaç mes'elede birbirlerinden ayrılırlar. Hatta bazıları oralarındaki hilâfın lafzî (yani sözden ibâret) olduğunu söylemişlerdir.



Hasımlarımızdan murad da, itikadları küfre varan hid'atçılarla küfre varmayanlardır. Bu âlemin kadim olduğunu söyleyenler, Allah'ın yokluğunu, peygamberlerin gönderilmediğini. Kur'an'ın mahlûk olduğunu, Allah'ın kötülüğü irade etmediğini iddia edenler gibi.



METİN



Yine «el-Eşbah» da beyân edildiğine göre ilimler üç nevidir



1 - Pişmiş fakat yanmamış ilim. Nahiv ve usul gibi,



2 - Ne pişmiş ne yanmış ilim. Beyân ve tefsir ilimleri gibi,



3 - Hem pişmiş hem yanmış ilim, Hadis ve fıkıh ilimleri gibi.



İZAH



İlmin pişmesinden murad, kâidelerinin yerleşmesi. teferruatının zabtı ve meselelerinin izâhıdır. Yanması da bu hususlarda son dereceye varmasıdır. Şübhesiz ki nahiv ve usul ilimleri bu hususatta nihayet dereceye varmamışlardır. Zahire bakılırsa usulden murad, usul-i fıkıh ilmidir. Çünkü usul, akâid, tahrir ve tenkihde nihâyet dereceye varmıştır.



Beyân ilmi üç nev'e yani bed', beyân ve meâniye şâmildir. Onun için Zemahşerî, «Diğer ilimlere nazaran ilmi beyânın mevkiî yere nazaran semanın mevkıî gibidir», demiştir. Ulema bütün Kur'an'ın belagat, fesâhat, nükte ve bedayiine vâkıf olamamışlardır. Onların bildikleri pek az şeylerdir.



Allah Teâlâ Hazretleri, «De ki: Bu Kur'an'ın bir mislini getirmek için bütün ins ve cin toplansalar mislini getiremezler. İsterlerse birbirlerine yardımcı olsunlar!» buyurmuştur. İns ve cinin buna kâdir olamaması onun belâgatındandır.



Kur'an'ın tefsiri hakkında ise Suyûtî «el-İtkân» adlı eserinde şunları söylemiştir: «Filhakika Kur'an. Levh-ı Mahfuzdadır. Onun her harfi Kafdağı gibidir. Her ayetinin altında öyle tefsirler vardır ki, mânâlarını Allah'dan başka kimse bilmez».



Hadis ilmi hem yanmış hem pişmiştir. Çünkü ondan maksad tamamlanmıştır. Muhaddisler - Allah cümlesinden razı olsun - hadîs ricâlinin isimleri, nesebleri ve isimleri arasındaki farkları hususunda kitaplar te'lif etmiş; belleyişi zayıf ve rivâyeti fâsid olanları beyân etmişlerdir. Bu zevâttan bazıları yüzbin, üçyüzbin hadis ezberlemiş; Peygamber (s.a.v.)den hadis rivâyet edenashab-ı kiramı münhasıran bildirmiş; hükümleri ve o hükümlerden muradın ne olduğunu beyan etmişler: böylelikle hadisin hakikatı açıklanmıştır.



Fıkıh da öyledir. Çünkü muhtelif yerlerde yaşayan insanların hâdiseleri ya aynen kitaba geçmiş yahud onlara delalet eden şeyler izah edilmiştir. Hatta fukâha hiç vukubulmayan yahud nâdiren başa gelen şeylerden bile söz etmişlerdir. Nassan beyan edilmeyen mes'eleler nâdirdir. Bazen bir mesele nassan beyan edildiği halde onu görmek isteyen kimse yerinde araştıramadığı yahud yazılanı anlayamadığı için istifade edemez.



Şöyle de denilebilir: Fıkıhdan murad, bizim mezhebimizle diğer mezheblerdir. Zira bu mânâya fıkıh asla ziyade kabul etmez. Dört mezhebin dışında yeni bir kavil icad etmek caiz değildir.



METİN



Derler ki : Fıkhı Abdullah b. Mes'ud (r.a.) ekmiş, Alkame sulamış, İbrahim Nehai biçmiş, Hammâd harmanını döğmüş, Ebu Hanife ununu öğütmüş. Ebu Yusuf hamurunu yoğurmuş, Muhammed ekmeğini yapmış, sair insanlar onun ekmeğinden yemekdedirler. Bazıları bu söylediklerimizi manzum olarak ifâde etmişlerdir.



İZAH



Fıkhı ekmekten murad, meselelerini ilk defa delillerinden çıkarmaktır. Bu hususta ilk söz eden sahabî-i Celil Abdullah b. Mes'ud (r.a.)dır.



Kendisi ilk müslüman olanlardan ve Bedir gazâsına iştirak edenlerdendir. Sahabenin büyük âlimlerinden biridir. Hazreti Ömer'den önce müslüman olmuştur. Nevevi «et-Takrib» nâm eserinde şöyle demektedir:



«Rivâyete göre mesruk; «ashabın ilmi altı kişide nihayet bulur. Bunlar: Ömer, Ali, babam, Zeyd, Ebu'd-Derda ve İbn-i Mes'ud'ur. Sonra bu altı kişinin ilmi Ali ile Abdullah b. Mes'ud'da nihayet bulmuştur». Demiştir.



Fıkhın sulanması, onu te'yid ve izâhdan ibârettir. Fıkhı büyük fakih Alkame b. Kays b. Abdullah b. Mâlik en-Nehaî izah etmiştir. Bu zat Esved b.Yezid'in amcası ve İbrahim Nehaî'nin dayısıdır. Peygamber (s.a.v.)in hâl-i hayatında doğmuş; Kur'an'ı ve ilmi İbn-i Mes'ud, Ali, Ömer, Ebu'd-Derda ve Âişe (r.a.)den telâkki etmiştir.



Fıkhın biçilmesinden murad, dağınık bir halde bulunan nevâdır ve fâidelerini bir araya toplamaktır. Bu işi sulehâdan meşhur imam, zahid Kûfe'li İbrahim b. Yezid b. Kays b. Esved Ebu İmran en-Nehaî yapmıştır. Kendisi A'meş'den ve diğer birçok ulemâdan rivâyette bulunmuştur. Vefatı 96 veya 95 tarihindedir.



Fıkhın harmanını döğmek, tenkıh ve izâhına çalışmaktır. Bunu da İmam A'zam'ın üstadı Kûfeli Hammâd b. Müslim yapmıştır. İmam A'zam onun sâyesinde yetişmiş, bilâhare Hammâd ondan ilim tahsil etmiştir.



İmam A'zam, «Hiçbir namaz kılmamışımdır ki arkasından babamla ona istiğfarda bulunmayayım», demiştir. Hammâd 120 tarihinde vefat etmiştir.



Fıkhın ununu öğütmekten maksad, usul ve füruunu çoğaltmaktır. Bunun yollarını izah eden de imamlar imamı, ümmetin kandili Ebu Hanife te'n-Numan'dır. Filhakika fıkhı ilk tedvin eden; bablara, bölümlere bugünkü şekli ile ayırıp tertib eden odur. Onu da «el-Muvatta'» nâm eseriyle İmam Malik takip etmiştir. Öncekiler sadece ezberlediklerine itimad ederlerdi. «Kitabü'l-Ferâiz»i ve «Kitabü'ş-şurût»u ilk vazeden İmam A'zam'dır.



Fıkhın hamurunu yoğurmaktan murad, İmam A'zam'ın kavaid ve usulünü incelemektir. Bu kaidelerden ziyadesiyle hüküm çıkarmak için çaba gösteren, İmam A'zam'ın tilmizi Kadı'l-Kudat Ebu Yusuf Yakup b. İbrahim'dir.



Hatib Bağdadi'nın rivâyetine göre Ebu Hanefi'nin mezhebinde ilk usul-i fıkıh kitabı yazan, fıkhî meseleleri yazdırıp neşreden ve Ebu Hanife'nin ilmini cihâna yayan odur. Zamânının en fakîhi o idi. İlimde, hüküm vermekde ve riyasette eşsiz idi. 113'de doğmuş, 182 tarihinde Bağdad'da vefat etmiştir.



Fıkhın ekmeğini yapmak. onu daha genişletmek, tenkih ve tehzip ederek başka bir şeye ihtiyacı kalmayacak şekilde yazmaktır. İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, Ebu Hanîfe ile Ebu Yusuf'un tilmizi, İmam A'zam mezhebinin muharriridir. Rivâyete göre bir adam Muzenî'ye Irak ulemasını sormuş ve, «Ebu Hanîfe hakkında ne dersin?» demiş. Muzenî, «Iraklıların seyyididir». cevabını vermiş. «Ebu Yusuf için ne dersin?» sualine «Iraklıların hadîse en tabi' olanı odur», diye cevap vermiş. «Muhammed b. Hasan hakkında ne dersin? » deyince «Fıkhı en çok tefri' eden odur», demiş. «Züfer'e ne dersin?» sualine de «Kıyasda yektâ olanlarıdır», cevâbını vermiştir. İmam Muhammed 132 tarihinde doğmuş 189'da Rey'de vefat etmiştir.



Evet, fıkhı Ebu Hanîfe öğütmüş, Ebu Yusuf hamur etmiş, İmam Muhammed ekmeğini yapmıştır. Onun içindir ki Hatib Bağdadî Rabî'in şöyle dediğini rivâyet etmiştir: «Şafii'yi: İnsanlar fıkıhda Ebu Hanîfe'nin ıyalidirler. Ebu Hanîfe kendisine fıkıh tevfik buyurulanlardandı, derken işittim».



METİN



İmam Muhammed'in ilmi, te'lif ettiği «el-Camiu'l-Kebir, el-Camiu's-Sagir. el-Mebsût, ez-Ziyâdât» ve «en-Nevâdir» gibi eserlerl ile meydana çıkmıştır. Hatta dînî ilimlere dair 999 kitap yazdığı söylenir.



İZAH



Mezhebinde «el-Cami'» nâmı altında kırkdan fazla eser te'lif etmiştir. imam Muhammed «Sagîr» vasfı ile te'lif ettiği eserlerini Ebu Yusuf vasıtasıyla, İmam A'zam'dan «Kebîr» vasfı ile te'lif ettiklerini ise doğrudan doğruya imam A'zam'dan rivâyet etmiştir. Musannif «en-Nevâdir» yerine «es-Siyer» dese daha iyi olurdu. Çünkü İmam Muhammed'in bu beş eseri «Asıl» ve «Zâhir rîvâye» namları ile meşhurdurlar. Zira bu kitapları ondan mevsûk zevat rivâyet etmişlerdir ki, onun eserleri oldukları tevatüren yahud şöhret yolu ile sâbittir. Mezkûr kitaplarda mezhebin sahipleri olan Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve Muhammed'den rivâyet edilen meseleler vardır.



Nevâdir'e gelince: bunlardan maksad İmam Muhammed'in «Kisâniyât» Cürcâniyat», «Hâruniyât» ve«Rukıyat» gibi kitaplarında rivayet ettiği mes'elelerdir ve ikinci derecede gelirler. Üçüncü bir kısım daha vardır ki, onlar da «en-Nevâzii» mes'eleleridirler. Bu meseleler mezhepde muçtehid olanlara sorulmuş, onlar da bu hususda nass bulamadıkları için tahriç yolu ile fetvalar vermişlerdir. Bu bâbta mukaddimenin sonunda daha geniş malûmat verilecektir.



Temimi'nın «Tabâkat»ında Serahsi'nin «es-Siyeru'l-Kebir»ı hakkında şöyle denilmektedir. «Siyer-ı Kebir. İmam Muhammed'in fıkıhtakı son telifidir. Bunun yazılmasına sebep şu idi: «Es-Siyeri's-Sagir» Şamlıların imamı Evzâi'nin eline geçmiş de «Irak ulemasının bu babda kitap te'lîfe ne hakları var! Onlar Siyer ilmini bilmezler», demiş. İmam Muhammed bunu haber alınca hemen «Siyer-i Kebir»i tasnif etmiş. Rivayete göre Evzaî bunu görünce, «Eğer bu kitabın içinde hadisler olmasa idi, bu adam ilmi uyduruyor derdim. Gerçekden Allah Teâlâ onun reyine doğruyu tayin etmiştir. Allah Teâla doğruyu söylemiştir. Her ilim sahibinin üstünde bir alîm vardır'» demiş; sonra İmam Muhammed'e altmış defter yazıp halifeye götürmesini emretmiş. Halife İmam Muhammed'i takdir etmiş ve zamanının medar-ı iftiharı saymıştır».



METİN



İmam Şafiî (r.a.) İmam Muhammed'in talebelerindendir. İmam Muhammed, Şafiî'nin annesi ile evlenmiş ve kitaplarını, malını ona bırakmıştır. Şafiî onun sayesinde fakih olmuştur. Şafiî hakikaten insaf göstermiş ve, «Kim fakih olmak isterse Ebu Hanîfe'nin eshabına devam etsin! Çünkü mânâları anlamak ancak onlara müyesser olmuştur. Vallahi ben ancak Muhammed b.Hasan'in kitapları ile fakih oldum» demiştir.



İZAH



Hazreti şafiî'nin İmam Muhammed sayesinde fakih olmasından maksad fıkhının onun sayesinde artmasıdır. O zamana kadar görmediği meseleleri İmam Muhammed'in eserlerinde görmüştür. Çünkü İmam Muhammed birçok meselelerin istihracında örnek bir zattır. Yoksa Şafiî (r.a.) Bağdad'a gelmezden önce müçtehid bir fakih idi. Müctehid-i mutlak olan bir zat, kendi derecesinde olmayandan böyle bir içtihadı nasıl alabilir!



Rivâyete göre İmam Şafiî, «Ben, Muhammed b. Hasan'ın ilminden bir deve yükü kitap yüklendim. Fıkıhta en güvendiğim kimse Muhammed b. Hasan'dır.» demiştir.



METİN



İsmâil b. Ebi Recâ' diyor ki: «imam Muhammed'i rüyamda gördüm. Allah sana ne muamele yaptı? diye sordum. Beni affetti, Sonra sana azap etmek istese idim bu ilmi sana vermezdim; buyurdu dedi. Ebu Yusuf nerede? dedim. O iki derece bizim fevkimizdedir; cevabını verdi. Ya Ebu Hanife? dedim. Heyhat!.. O İlliyyûn'ın alâsındadır dedi».



İZAH



Heyhat kelimesi uzak oldu manâsına gelen bir ismi fiildir. Burada ondan murad, onun yeri benden ve Ebu Yusuf'dan uzaktır, demektir. İlliyyûn, Cennet'in en yüksek yerinin ismidir. Yani Ebu Hanîfe, Ebu Yusuf'la Muhammed'e nisbetle Cennet'in en yüksek yerindedir. Yoksa mutlak surette Cennet'in en yüksek yerinde demek değildir. Çünkü peygamberler ve ashâb-ı kiram kat'i suretteEbu Hanîfe'den daha yüksek derecededirler. «Ya Rabbi beni peygamberlerle beraber haşreyle!» gibi dualara gelince... Bunlardan maksad toplantı ve sohbetlerdir. Menzile ve dereceler değildir. Teâla Hazretleri'nin, «İşte bunlar, Allah'ın kendilerine in'amda bulunduğu peygamberlerle sıddiklarla beraberdir.» âyet-i kerimesi de bu mânâyadır.



METİN



Ebu Hanife'ye bu yüksek makam nasıl verilmesin ki. kendisi kırk sene yatsının abdesti ile sabah namazını kılmış, ellibeş defa hacca gitmiş, Rabbini rüyasında yüz defa görmüştür. Bu rüya mes'elesinin meşhur bir kıssası vardır: Son haccında geceleyin Kâ'be'ye girmek için Kâ'be'nin bekcilerinden izin almış. Ve içeri girerek iki direk arasında namaza durmuş. Namazda evvelâ sağ ayağının üzerine basmış. sol ayağını onun üstüne koymuş ve Kur'an-ı Kerim'i yarıya kadar okumuş. Sonra rükû' ve secdeye vararak ikinci rek'ata kalkmış. Bu sefer sol ayağı üzerine basmış, sağ ayağını onun üstüne koymuş. Ve Kur'an-ı Kerim'i hatmedinceye kadar okumuş. Selâm verince ağlayarak Rabbine münâcâtta bulunmuş, «Ey Allahım! Bu zayıf kul sana hakkı ile ibâdet edemedi, ama seni hakkı ile bildi. İmdi hizmetimin noksanını marifetinin kemâline bağışla!», diye niyaz etmiş. Bunun üzerine Beyt-i Şerif'in yan tarafından biri seslenerek: «Ya Eba Hanife! Bizi nasıl lazımsa öyle bildin! Bize hizmet ettin; hizmeti de güzel yaptın. Seni ve mezhebine girerek kıyamete kadar sana tâbi olanları affettik!».



İZAH



Rüya kıssası şudur: İmam A'zam (r.a.) diyor ki: «Rabbimi rüyamda 99 defa gördüm. Kendi kendime: «Eğer yüzüncü defa görürsem ona mutlaka soracağım. Kıyâmet gününde kulların senin azabından ne ile kurtulacak?» diyeceğim. Arkacığından Rabbimi rüyamda gördüm ve Ya Rabbi! Kıyamet gününde kulların senin azabından ne ile kurtulacak? dedim. Tealâ Hazretleri şu cevabı verdi; «Her kim sabah ve yatsı namazlarından sonra. «Subhane'l-ebediyyi'l-ebed; Subhâne'l-vâhidi'l-ahad. Subhâne'l-ferdi's-samed. Subhane rafi-i's-semâi bi gayri amed. Subhâne men besata'l-arda alâ mâin cemed. Subhâne men haleka'l-halka feahsâhüm adedâ. Subhâne men kaseme'r-rizka velem yense ehadâ. Subhânellezi lem yettehız sâhibeten velâ veledâ. Subhânellezi lem yelid velem yûled velem yekün lehü küfüven ehad», derse azapdan kurtulur».



Tahtâvi'nin beyanına göre «Namazda bir ayağını diğerinin üstüne kaymak sünnete muhaliftir», denilerek İmam A'zam'ın bu yaptığına itiraz edilmişse de Şurunbulâlî buna cevap vermiş. Onun fiilini terâvüha hamletmiştir. Çünkü teravüh iki ayağın üzerinde durmaktan efdaldir. Teravüh, namaz kılan kimsenin ağırlığını biraz bir ayağının, biraz öteki ayağının üzerine vermesidir. Ayaklar yerden kalkmayacaktır. Fakat bu cevap kabule şayan görülmemiştir. Çünkü İmam A'zam bir ayağını diğerinin üstüne koymuştur. Buna şöyle cevap verilebilir:



Hazreti imam'ın bunda güzel bir maksadı vardır ki. kendinden keraheti gidermiştir. Nitekim fukaha baş açık namaz kılmayı mekruh saymış; takat tezellül ve tevâzu kasdı ile alırsa mekruh sayılmayacağını söylemişlerdir. Sonra ulemadan birinin buna cevap verdiğini gördüm: Şöyle diyor: «Hazreti İmam bunu nefsi ile mücâhede için yapmıştır. Huşûu bozulmayan bir kimsenin nefsi ile mücâhede maksadı ile bunu yapmasının kerahete mâni olması ihtimalden uzak değildir».



METİN



Ebu Hanife'ye; bu mertebeye ne ile ulaşdın? diye sormuşlar da, «İfâde de cimrilik etmedim. İstifadeden de çekinmedim», cevabını vermiş. Müsâfir b. Kıram, «Her kim kendisi ile Allah Teâlâ arasına Ebu Hanîfe'yi koyarsa korkmayacağını umarım». demiştir. Bu bâbta kendisi şu beyitleri söylemiştir:



«Bana Kıyamet gününde Allah'ın rızası için sayacağım hayırlar namına mahtûkatın en hayırlısı Peygamber Muhammed'in dini, ondan sonra Numan'ın mezhebine itikadın yeter». Peygamber (s.a.v.) den rivâyet olunmuştur ki: «Şüphesiz Âdem benimle iftihar etmiştir. Ben de ümmetimden ismi Numan, künyesi Ebu Hanîfe olan bir zatla iftihar edeceğim. O, ümmetimin kandilidir», buyurmuştur. Yine Peygamber (s.a.v.)den rivâyet olunduğuna göre; «Sâir Peygamberler benimle iftihar edecekler. Ben de Ebu Hanîfe ile iftihar edeceğim. Her kim onu severse beni sevmiş, kim ona buğz ederse bana buğz etmiş olur», buyurmuşlardır.



Ebu'l-Leys'in «Mukaddime»si şerhi «Takdime» de böyle denilmekdedir «ez-Ziyaü'l-Ma'nevî» adlı eserde şöyle deniliyor: İbni'l-Cevzî'nin bu hadis hakkında «Uydurmadır» demesi bir taassupdur, Çünkü hadis muhtelif yollardan rivâyet olunmuştur.



İZAH



«Et-Ta'iim» adlı eserde, «Cimrilik etmedim. İstifadeden de çekinmedim», sözünü İmam Ebu Yusuf'un söylediği bildiriliyor, Sonra şöyle devam ediliyor: «Ebu Hanife (r.a.). bu ilime ne ile ulaşdın? diye sorulduğundu, «Ben ilme ancak çaba sarf etmek ile ve şükürle nâil oldum. Bu fıkıh ve hikmeti anlayıp muvaffak oldukça elhamdülillah dedim. Böylelikle ilmim arttı». demiştir».



Kitabımızda Müsafır b. Kıram şeklinde tesbit edilen bu ismi ben birçok yerlerde Mıs'ar b Kedam şeklinde gördüm. Mis'ar'ın «korkmayacağını umarım, demesi, o kimse imam, âlim ve sağlam itikadlı bir müçtehide uyduğu içindir. Her kim bir âlimi taklid ederse Allah'a sâlim olarak kavuşur.



İftihar etmek iyi huylarla öğünmektir. Peygamber (s.a.v.)in iftiharı. Allah Teâlâ'nın kendisine ihsan buyurduğu nimetler cümlesinden olmak üzere bu zatı kendine tabi' kıldığını anmasıdır. Ebu Hanîfe Hazretleri as-hab-ı kiramla tabiîn'in ekserisi inkıraz bulduktan sonra İslâm dinin binasını tahkim etmiştir. Bu ümmetten ona tabi' olanlar sayılamayacak kadar çoktur. İçtihad ve fıkhın tedvini hususunda bütün imamlardan önce gelmiş; onun ashabı mühim hükümleri delillerinden çıkarmak ve diğer bir çok faydalar bâbında sonra gelen müctehidlere yardımcı olmuşlaradır.



İbn-i'l-Cevzi'nin sözü, Hatib Bağdadi'den naklen söylenilmiştir. Onların «uydurmadır» dedikleri hadisi allâme Taşköprü muhtelif rivâyetlerini serd ederek nakletmiştir. Bu gösterir ki hadisin aslı vardır. En azından zaif bir hadistir. Ve makbuldür; çünkü onun üzerine bir hüküm terettüp etmiş değildir. Bu hadisin mânâ itibariyle İmam A'zam'da tahakkuk ettiğinde şübhe yoktur. Zira o birkandildir. İlminin nurundan ziyadar olunur; isâbetli fikri ile doğru yol bulunur. Ancak bazı ulemanın beyânına göre Hafız Zehebî, Suyuti ve İbn-i Hâcer Askalâni ile zamanında Ebu Hanife mezhebinin riyâseti kendinde nihayet bulan Kasım Hanefi gibi zevat, bu haberlerin uydurma sayılacağında İbn-i Cevzi'yi tasdik etmişlerdir. Onun içindir ki, İmam A'zam'ın menkabeleri hakkında kitablar yazan Tahavî «Tabakâtü'l-Hanefiyeye sahibi Muhyiddin-i Kureşâ ve diğer mutemed hadis imamları ile mütâlâası geniş bütün tenkitçiler bu haberlerin hiçbirini zikretmemişlerdir.



Âllamne İbn-i Haceru'l-Mekki «el-Hayratu'l Hısân» nam eserinde şöyle demektedir: «Bir kimse bu kitabda Ebu Hanife'nin ahvâlini, kerametlerini, ahlâk ve siyretini mütalâa ettikden sonra anlayacaktır ki, o zat faziletini isbat için uydurma haberle istişhada muhtaç değildir. Ebu Hanife'nin şanı büyük olduğuna şu hadisle istidlal yerinde olur: Resûlüllah (s.a.v.), «Dünyanın zineti yüz elli tarihinde kaldırılacaktır» buyurmuştur. Onun için Şemsu'l-Eimme Kerderi «Bu hadis Ebu Hanife'ye hamledilmiştir. Çünkü o sene vefat etmiştir», demiştir. İbn-i Hacer sözüne devamla şunları söylemiştir: «Ebu Hanife'nin faziletine işâret eden sahih hadisler de vârid olmuştur. Onlardan biri Buhari ile Müslim'in Ebu Hureyre'den, Taberânî'nin de İbn-i Mes'ud'dan rivâyet ettikleri şu hadistir: Peygamber (s.a.v.), «İman, Süreyya yıldızında olsa onu Acemlerden bazı kimseler alacaklardır», buyurdular. Ayni hadisi Ebu Nuaym, Ebu Hureyre'den; Şirâzî ile Taberânî de Kays b. Sa'd b. Ubâde'den şu lâfızla rivâyet etmişlerdir: «Peygamber (s.a.v.); İlim, Ülker yıldızında asılı olsa onu Acemlerden bazı kimseler alacaklardır», buyurdu. Taberani'nin bir rivâyetinde, «Onu Araplar alamayacak; Acemlerden bazı kimseler alacaklardır», buyurulmuş: Müslim'in Ebu Hüreyre'den rivâyetinde, «İman, Ülker yıldızında olsa onu Acemlerden bir zat gidip alacaktır.» denilmiştir. Buhari ile Müslim'in Ebu Hureyre'den naklettikleri bir rivâyette de, «Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, din, Ülker yıldızında asılı olsa onu Acemlerden bir zat alacaktır.» buyurulmuştur.



Ekser ulemaya göre Ebu Hanîfe'nin dedesi Acem'dir. Hafız Suyutî diyor ki: «Buhari ile Müslim'in rivâyet ettikleri bu hadis Ebu Hanîfe'ye işaret hususunda sahih ve mutemed bir asıldır. Hadisin sahih olduğu muttefekûn aleyhdir. Bununla ilm-i hadisde dirâyetsiz olan menâkıp sahiplerinin söylediklerine hacet kalmaz. Çünkü onların naklettikleri haberin senedinde yalancılar ve hadis uyduranlar vardır».



Hafız Suyutî'nin tilmizi allame Şâmî'den rivâyet olunduğuna göre kendisi, «Üstadımızın bu hadisden Ebu Hanife kasdedildiğini kat'iyetle kabul ettiği aşikârdır. Bunda şüphe yoktur. Zira ilimde Acemlerden Ebu Hanîfe derecesine varan tek bir kimse yoktur», demiştir.



METİN



Cürcâni'nin «Menâkıb»ında senediyle Sehl b. Abdullah et-Tüsteri'den rivâyet ettiğine göre şöyle demiştir: «Musa ve İsâ'nın ümmetlerinde Ebu Hanîfe gibi biri bulunsa idi, ne Yahudi olurlardı ne de Nasranî». Ebu Hanîfe'nin menâkıbı sayılamayacak kadar çoktur. Onun menakibı hakkında İbni'l-Cevzî'nin torunu iki büyük cild kitap yazmış, bu kitaba «el-İntisâr li İmam-i Eimmeti'l-Emsar» adını vermiştir. Başkaları bundan daha büyük kitaplar te'lif etmişlerdir.



İZAH



Sehl b.Abdullah et-Tüsterî büyük bir imamdır. «Ben Allah Teâlâ'nın zerre âleminde iken benden aldığı ahid ve misaka riayet etmekteyim. Ve zürriyetimi tâ o zamandan başlayarak Allah kendilerini şuhud ve zuhur alemine çıkarıncaya kadar murâkebe ediyorum», demiştir.



Hazretin buradaki «ne Yahudi olurlardı ne de Nasrani!» Sözünden maksadı, bâtıl dinlerinde, âtıl itikadlarında devam etmezlerdi. Âlimleri on lara desise ve hile yaparak bizim Peygamberimizin getirdiği nefâise karşı gözlerini kör etmezdi, demektir. Filhakika onların bu nefaisi kabul etmemeleri, ancak fâsid akıllarının ve kâsıd fikirlerinin ermemesinden ileri gelmiştir. Aralarında Ebu Hanife gibi ilmi çok ve isâbetli düşünceli biri olup da hakkı hak bilerek sadakatle hareket etse idi, onları bu fâsid fikirlerinden döndürür; işi azıtmadan helâkden kurtarırdı. Akıllarında şüphe yer etmezdi. Zira böyle birinin kendilerinden olması sözünün daha çabuk kabul edilmesine sebeb olurdu. Çünkü cins cinsine daha meyyal olur. Bundan Ebu Hanife'yi Peygamber (s.a.v.) den üstün tutmuş olmak lâzım gelmez.



«el-intisâr li-İmam-ı Eimme-ti'l-Emsar»ın mânâsı «Şehirle imamlarının imamı için intikam» demektir. Kitaba bu ismin verilmesine sebep muhâliflerinin hasedliğidir. Hazreti İmam'ın fazîleti cihana yayılınca eski âdet mucibince hasedlik çekenler kendisine dil uzatmaya başladılar. Bu adamlar Allah'ın nurunu söndürmek maksadı ile onun içtihadına ve akidesine bile saldırdılar. Halbuki Hazret-i İmam onların iftira ettikleri şeylerden tamamen münezzeh idi. Ama Allah, nurunu tamamlanmasından başka bir şeye râzı olmaz!



Nitekim bazıları İmam Mâlik hakkında, bazıları İmam Şafiî, birtakımları İmam Ahmed hakkında söz ettikleri gibi bir fırka Ebu Bekir'le Ömer, diğer bir fırka da Osman ile Ali (r.a.) haklarında söz etmişlerdir. Hatta bir fırka bütün ashâb-ı kiramı tekfir etmişlerdir.



İmam A'zam Ebu Hanîfe (rahimehullah) lehine müdâfaa eseri yazanlardan biri de Allâme Suyûtî'dir. Kitabının adı «Tebyîz'z-Sahife»dir. Allame İbn-i Hacer dahi bu vâdide «el-Hayratü'l-Hısân» adlı eserini yazmıştır. Hanbelilerden Allame Yusuf b. Abdülhâdî de büyük bir cilt kitap yazmıştır. «Tenvîru's-Sahife» adını verdiği bu eserde İbn-i Abdi'l-Ber'den şunu nakleder: «Ebu Hanife hakkında kötü söz söyleme! Sakın onun hakkında kötü söz söyleyen bir kimseyi de tasdik etme! Vallahi ben ondan daha fazîletli, daha vera' ve takva sahibi ve daha fakih kimse görmedim».-Sonra sözüne şöyle devam eder: «Hatîb'in sözüne kimse aldanmamalıdır. Çünkü onun ulemadan Ebu Hanîfe, İmam Ahmed ve bazı arkadaşları gibilerine karşı aşırı asabiyeti vardır. Onlara her yönden saldırmıştır. Ulemadan biri onun hakkında «Es-Sehmü'l- Musib-i fi Kebidi'l-Hatîbi» adlı eseri yazmıştır.»



İbni'l-Cevzi'ye gelince... O, Hatibe tabi' olmuştur. Torunu İbni'l-Cev-zı'ye şaşmış; «Mir'atü'z-Zaman» adlı eserinde şöyle demiştir: «Hatib'e şaşılmaz; çünkü o ulemadan bir cemaata taan etmiştir. Fakat dedeme şaşılır. Nasıl olmuş da onun üslubunda yürümüş; daha büyüğünü de irtikap edebilmiştir».



Ebu Hanife'ye karşı mutaassıp davrananlardan bazıları da Dârekutnî ile Ebu Nuaym'dır. Ebu Nuaym «el-Hilye» nâm eserinde ilim ve zühd itibariyle ondan daha aşağı olanları zikretmiş, fakat EbuHanîfe'den bahsetmemiştir. Ebu Hanife'yi müdafaa edenlerden biri de Şa'ranî'dir. «el-Mizan» nâm eserinde mütalâaya değer şeyler söylemiştir.



İbn-i Hacer «el-Hayratü'l-Hisân» da şöyle diyor: «Hatîb'in kaailinden naklettiği sözün doğru olduğu farzedilse bile o söze itimad edilmez. Çünkü söyleyen kimse İmam A'zam'ın akranından değilse düşmanlarının söylediğini veya yazdığını taklid etmiştir. Akranından ise hüküm yine budur. Çünkü akran olanların birbirleri hakkında "söyledikleri makbul değildir. Nitekim Zehebî ile Askalanî bunu tasrih etmişler, bahusus söylenen söz bir düşmanlıktan veya mezhepden dolayı olursa hiç kabul edilmez» demişlerdir. Zira hasedden Allah'ın koruduklarından başka kimse kurtulamaz. Zehebî, «Peygamberlerle sıddîklar asrı müstesnâ, hasedden hiç bir zaman halkı hâli kalmamıştır», diyor. Tâc Subkî' de şunları söylüyor: «Ey irşâd arayan! Sana yaraşan hal, geçmiş imamlara karşı edep yolunu tutmandır. onların birbirleri hakkındaki sözlerine bakma! Ancak söylediklerine açık delil getirirlerse o başka! Te'vil ve hüsn-ü zanna muktedir isen bunu yap! Aksi takdirde vazgeç! Sakın Ebu Hanîfe ile Süfyan-ı Sevrî yahud Malik ile İbn-i ebi Zi'b veya Ahmed b. Salih ile Nesâî, Ahmed'le Hars Muhâsibi arasında gecen şeylere kulak asma». Sübkî, İmam Malik'in akranından birçoklarının onun hakkındaki sözlerini ve İbn-i Mâî'nin İmam Şafiî hakkındaki sözünü nakletmiş ve şöyle demiştir: «Bu iki imam ve emsali hakkında söz edenler ancak Hasan b. Hânî'nin şu beytinde dediği gibidirler: «Ey yüksek dağı yarmak için toslayan! başına acı, dağa acıma!».



Subkî gerek bu bâbda gerekse gelmiş geçmiş imamlardan Ebu Hanîfe'yi medih ve senâda bulunanlar; onun geniş bilgisini, zekâsını, zühd ve takvâsını, ibâdetlerini, ihtiyatını, Allah'dan korkmasını ve sâir hususâtını nakledenler hakkında sözü pek uzatmıştır. Bu hususâtın tafsilâtı cildlerle kitap doldurur.



Ebu Hanîfe hakkında İmam Gazâlî'ye nisbet edilen sözün aslı yoktur. Bunu Gazâli'nin kendinden tevâturen nakledilen «İhyâu'l-Ulûm» undaki sözleri reddetmektedir. Gazâlî dört mezhep imamının hal tercemelerinden bahsederken şunları söylemiştir: «Ebu Hanîfe'ye gelince: Gerçekten o dahi âbid, zâhid, ârif-i billah ve Allah'dan korkan, ilmi ile Allah'ın rızâsını dileyen bir zat idi...».



Ben derim ki: Selefin birbirleri hakkında söz etmelerine şaşılmaz. Nitekim bunu sahabe de yapmışlardır. Çünkü onlar müçtehid idiler. Birinin diğerine muhalefetini gördüler mi itiraz ederler; bilhassa muhâlifin hata ettiğine delil bulurlarsa susmazlardı. Ama onların maksadı kendilerini değil, ancak dini müdafaa etmek idi. Şaşılacak olanlar bizim zamanımızdaki âlim geçinenlerdir. Yemesinde, içmesinde, giyiminde, akidlerinde, nikâhlarında ve birçok ibâdetleri hususunda İmam A'zam'ı taklid eder; sonra ona ve onun ashâbına dil uzatır! Böylesi ancak hücum ve firar hallerinde bulunan bir atın kuyruğu altına konan sineğe benzer. Keşke bilse idim! Bu adam neden Ebu Hanîfe hakkında söyleneni tasdik ediyor da kendi mezhebinin imamı hakkında söylenenleri tasdik etmiyor! Ve bu büyük imama karşı gösterdiği edep ve terbiye hususunda kendi mezhebinin imamını neden taklid etmiyor!



Filhakika ulema üç mezhep imamının bilhassa İmam Şafiî (r.a.) nin Ebu Hanîfe'yı, senâ ettiklerini ona karşı edep ve nezaket gösterdiklerini nakletmişlerdir. Kâmilden ancak kemal sâdır olur. Nakıs onun aksinedir. İtirazcıya itirazda bulunduğu zâtın bereketinden mahrum kalması kâfidir. Bizi bundan Allah korusun! Vesair müçtehid imamlarla bütün salih kullarını sevmekte dâim kılsın! Bizi kıyâmet gününde onlarla birlikte haşreylesin! Rivayet olunduğuna göre İmam Şafiî'nin Ebu Hanîfe'ye karşı gösterdiği edep ve terbiyeye bir misal, onun şu sözüdür: «Ben Ebu Hanîfe ile teberrük ederim. Kabrine giderim; bir hacetim olursa iki rekât namaz kılarım; onun kabrinin yanında hacetimi Allah'dan dilerim ve hemen hacetim görülür». «el-Minhac» üzerine şerh yazanlardan birinin beyanına göre İmam Şafiî sabah namazını Ebu Hanîfe'nin kabri yanında kılmış da kunut yapmamış, kendisine niçin kunut yapmadığı sorulunca, «Şu kabrin sahibine karşı teeddübümünden,» cevabını vermiş. Başka biri imam Şafiî'nin besmeleyı âşikâr okumadığını da kaydetmiştir. Ulema, Hazret-i Şafiî'nin bu hareketini şöyle izah etmişlerdir:



Bazen sünnete öyle şeyler ârız olur ki, ihtiyaç anında onun terkini tercih ettirir. Hasedlik çeken kimseye ağzının payını vermek, câhile öğretmek gibi.



Şübhesiz Ebu Hanîfe'nin birçok hasedçileri vardı. Bir şeyi fiil ile anlatmak, sözle anlatmaktan daha açıktır. İmam Şafiî (r.a.) nin kunutu ve besmeleyi fiilen göstermesi daha iyi olmuştur.



Ben derim ki: İmam A'zam'a dil uzatan bu ahmak adamın, kendi mezhebinin imamına da taan etmiş olduğu meydandadır. Onun için «el-Mizân» nâm eserde şöyle denilmiştir:



«Ben Aliyyü-l-Havvâs Rahimellah Hazretleri'ni tekrar tekrar şunu söylerken işittim : Müçtehid imamlara tâbi olanların, imamları kimleri medih etmişse onları ta'zimde bulunmaları lâzımdır. Çünkü bir mezhep imamı bir âlimi medhettiği vakit ona uyarak bütün tâbi'lerinin de o âlimi medih etmeleri, Allah'ın dini hakkında kendi re'yi ile söz söylemiş olmaktan onu tenzih etmeleri vacip olur. İmam Malik'in ve Şâfi'nin mezhebinde olanlar insaf etseler, kendi imamlarının Ebu Hanîfe'yi medih ettiklerini işittikden sonra hiç biri Ebu Hanîfe'nin kavillerinden bir kavli hafif bulmazlardı. Onun yüksek makâmını medh ve senâ hususunda İmam Şafiî (r.a.)in sabah namazında kunutu terk etmesinden başka bir şey olmasa, tabilerinin de ona karşı edepli ve terbiyeli olması lâzım geldiğine bu yeterdi».



METİN



Hâsılı Ebu Hanîfe-te'n-Numan, Muhammed Mustafa (s.a.v.)in Kur'an'dan sonra en büyük mucizelerinden biridir. Sonra onun menkabeleri nâmına mezhebinin şöhret bulması kâfidir. Hiçbir kavli yoktur ki, onunla büyük imamlardan biri amel etmemiş olsun. Hükmü, Allah Tealâ onun zamanından şu günlere kadar onun ashâb ve etbâına tahsis buyurmuştur. Bu hal, tâ İsâ Aleyhisselam (gökden inip de) onun mezhebi ile amel edinceye kadar böyle devam edecektir.



İZAH



Evet, Ebu Hanîfe Hazretleri Kur'an-ı Kerim'den sonra Peygamber (s.a.v.)in en büyük mucizelerinden biridir. Çünkü Resûlüllah (sallallahû aleyhi ve sellem) onu, dünyaya gelmeden önce yukarıdanaklettiğimiz sahih hadislerle haber vermiştir. Bu hadisler hiç şüphesiz ona hamledilmiştir. Nitekim, «Kureyş'e sövmeyin; çünkü onun alimi yeryüzünü ilimle dolduracaktır!» hadis-i şerifi de İmam Şafii'ye hamledilmiştir. Lâkin bazıları bu hadisi İbn-i Abbas (r.a.) a hamletmişlerdir. Ve o buna lâyıktır. Zira bu ümmetin âlimi ve Kur'an-ı Kerim'in tercümanıdır. Ve nitekim, «İnsanların ilim tahsili uğrunda develerini mahmuzlayacakları zaman yakındır. Ama Medine'nin âliminden daha bilgilisini bulamayacaklardır» hâdîsi dahi İmam Malik'e hamledilmiştir. Ancak bu hadisin, İmam Malik'den başka o zamanın güzide Medine âlimleri hakkında vârid olması ihtimali vardır. Naklettiğimiz sahih hadisler böyle değildir. Onları Ebu Hanife ile ashabından başkalarına hamletmeye imkân yoktur.



Tahtavî de bunu söylemiştir. Selman-ı Fârisî (r.a.) ye gelince sahabi olması cihetinden Ebu Hanîfe'den efdal ise de ilim, içtihad, neşri, din ve tedvin hususlarında Ebu Hanîfe gibi değildir. Bazen üst derecede olanda bulunmayan bir meziyet, ondan aşağı derecedekinde bulunabilir Buna



Müslim'in bir rivâyetinde Resulüllah (s.a.v.)in. «Din Ülker yıldızında olsa Acemlerden bir zat onu alacaktır.» buyurduğu bildirilmektedir. Hadisin bazı tariklerinde din yerine ilim denilmiş ve «İlim ülker yıldızında olsa ilah...» buyurulmuştur. Bu hadisi rivayet eden Ebu Hüreyre (r.a.) onun sebebini anlatırken, «Aramızda Selman-ı Fârisî de vardı. Peygamber (s.a.v.) elini Selman'ın üzerine koyarak: «İman, Ülker yıldızında olsa şunlardan bazı kimseler- bir rivâyette bir zat- onu alacaktır, buyurdu» diyor. Bu gösteriyor ki, kimseler yahud o zat Hazreti Selman'dan sonra gelecektir, ondan sonra gelenler içinde ise ilim ve diyanet hususunda İmam A'zam'dan daha meşhur kimse gelmemiştir (Mütercim).



mucize denilmesi, mucizenin tarifindeki «tehaddi» kaydından peygamberlik dâvâsı kastedildiğine göredir. Muhakkikin ulemânın kavli budur. Bazıları «tehaddî» den muradın, muâraza ve mukabele olduğunu söylemişlerdir. Bu takdirde Ebu Hanîfe'nin zuhuru mucize değil, kerâmet olmuş olur.



İmam A'zam Ebu Hanîfe Hazretleri'nin mezhebi bütün İslâm memleketlerinde iştihar etmiştir. Hatta Rum diyarı ile Hind, Sind, Maveraünnehr (Kore) ve Semerkand gibi birçok memleketlerde onun mezhebinden başkasını bilen yoktur. Rivayete göre Semerkand'da «Muhammed'ler Türbesi» namında bir yer varmış ki, bu yerde her biri te'lifât ve fetva sahibi dört yüz kadar Muhammed isimli âlim yatmakda imiş. «Hidâye» sahibi Burhaneddin Ali Merginânî vefât edince oraya defnedilmesine müsaade olunmamış; yakın bir yere defn edilmiştir.



İmam A'zam'ın mezhebini dört bin kadar âlimin naklettiği rivayet olunur. Elbette bunlardan her birinin ashabı ve ashabının ashabı ilah... olacaktır. İbn-i Hacer'in beyânına göre imamlardan biri, «Meşhur İslâm imamlarından hiç birinin Ebu Hanîfe'nin kadar ashap ve talebesi görülmemiş Ulema ve bütün müslümanlar, müteşabih hadislerin tefsiri ile istinbat edilmiş meseleler, vâki hâdiseler, kazaya ve ahkâm hususunda ondan ve ashabından faydalandıkları kadar kimseden istifade etmemişlerdir. Allah kendilerini hayrı tâm ile mükâfatlandırsın! Müteehhirin hadis imamlarından birisi yazdığı «Tercüme» de bunların sekiz yüz kadarından isimleri ile, nesepleri ile bahsetmiştir. Tafsilatı uzun sürer», demiştir.



İmam A'zam'ın hiçbir kavli yoktur ki, onunla bir müçtehid imam amel etmemiş olsun. O kavildendönsün dönmesin kendi ashabından biri mutlaka onunla amel etmiştir. Zira müçtehid müçtehidi taklid edemez.



Mezhebi, o zamandan bu zamana kadar mahkemelerde hüküm merciî olmuştur. Meselâ, Abbâsiler dedelerinin mezhebinde olmakla beraber ekseri hâkimleri ve şeyhülislâmları Hanefî idi. Tarih kitaplarını karıştıranlar bunu bilirler. Abbasiler beşyüz seneye yakın hüküm sürmüşlerdir Selçukîlerle onlardan sonra gelen Harzemlilerin ise hemen hemen bütün hâkimleri Hanefi idi. Zamanımızın Osmanlı sultanlarının hâkimleri dokuzyüz tarihinden günümüze kadar hep Hanefilerdir. Bunu ulemadan bazıları söylemişlerdir. Ama kitabımızın şârihi bütün zaman ve mekânlarda hâkimliğin Hanefîlere tahsisini iddia etmiş değildir. Onun için kendisine, «Mısır'da hâkimlik Zahir Beybers'in zamanına kadar Şafiî mezhebine mahsus idi», şeklinde bir itiraz vârid olamaz.



İsa Aleyhisselâm meselesinde musannıf. Kuhistanî'ye tâbi' olmuştur. O da bunu ehl-i Keşf'in sözlerinden almış olsa gerektir. Ehl-i Keşif, «İmam A'zam'ın mezhebi, bütün mezheplerden sonra inkıtaa uğrayacaktır» der ler. İmam Şâ'rânî «el-Mizan» da şunu söylemektedir. «Yukarıda arz ettiğim vecihle Allah'Teâlâ bana şeriatın künhüne vâkıf olmayı lütuf ve ihsan edince rüyamda bütün mezheplerin şeriata bağlı olduklarını, dört imamın mezheplerinin bütün ırmaklarının aktığını, yıkılan bütün mezheplerin taşa inkılâp ettiğini gördüm. Irmağı en uzun olan imamın Ebu Hanîfe olduğunu, ondan sonra Malik, ondan sonra Şafiî, ondan sonra Ahmed'in geldiğini; en kısa ırmaklı imamın ise Davud Zâhirî olduğunu müşâhede ettim. Davud'un mezhebi beşinci asırda munkariz olmuştur. Ben bunu mezkûr imamların mezhepleri ile uzun zaman amel edilip edilmeyeceği şeklinde te'vil ettim. İmam A'zam'ın mezhebi tedvin edilen ilk mezhep olduğu gibi, inkıraz cihetinden de son mezhep olacaktır. Ehl-i Keşif de bunu söylemişlerdir».



Ancak bu sözde İsa Aleyhisselâm'ın İmam A'zam mezhebi ile amel edeceğine delil yoktur. O zamanda Hanefî âlimleri bulunsa bile o mezheble amel edeceğine mutlaka bir delil bulunmak lâzımdır. Onun içindir ki Hâfız Suyûtî «el-İlâm» adını verdiği risâlesinde hulâsaten şunları söylemiştir:



«İsa Aleyhisselam'ın dört mezhepden biri ile hüküm edeceğine dair söylenen söz bâtıldır; aslı yoktur. Bir peygamberin bir müçtehidi taklid etmesi nasıl düşünülebilir? Halbuki müçtehid, bu ümmetin ferdlerinden biri olduğu halde ona bile taklid câiz değildir. isa Aleyhisselam ancak içtihadı ile, yahud bizim şeriatımızdan önce vahiy suretiyle bildiği veya gökyüzünde iken öğrendiği şeylerle hükmedecektir. Yahud bizim Peygamberimiz (s.a.v.) in anladığı gibi Kur'an'a bakarak hükümleri ondan anlayacaktır».



Sübkî bu izahın son cümlesiyle yetinmiştir. Molla Aliyyü'l-Kârî'nin beyânına göre Hafız İbn-i Hacer Askalânî' ye. «İsa Aleyhisselâm Kur'an ve sünneti ezberlemiş olarak mı inecek, yoksa bunları o zamanın ulemasından mı öğrenecek?», diye sormuşlar da şu cevabı vermiş:



«Bu hususta açık bir söz nakledilmemiştir. Ama İsa Aleyhisselâm'ın makamına lâyık olan şudur ki, bunları Resulüllah (s.a.v.) dan öğrenir ve ondan aldığı şekilde ümmetinin arasında hükmeder. Çünkü hakikatta Peygamber (s.a.v.)in halifesidir».



Bazıları İmam Mehdî'nin de Ebu Hanîfe'yi taklid edeceğini söylemişlerse de Molla Aliyyü'l-Kârî bunu reddetmiş ve onun bir müçtehid-i mutlak olduğunu söylemiştir. Alıyyü'l-Kârî «el-Meşrebü'l Verdiyyü fi Mezhebi'l-Mehdi» adlı risalesinde, bazı yalancıların uydurduğu uzun bir kıssayı da reddetmiştir. Hulâsası şudur:



«Güya Hızır Aleyhisselâm şer'î ahkâmı Ebu Hanife'den öğrenmiş, sonra onları İmam Ebu'l-Kasım el-Kuseyrî'ye öğretmiş. O da bu bâbda kitablar te'lif ederek bir sandığın içine koymuş ve müridlerinden birine emir vererek Ceyhun nehrine attırmış. İsa Aleyhisselâm gökden inince bu kitabları Ceyhun nehrinden çıkararak onlarla hükmedecekmiş». Bu söz bâtıldır; aslı yoktur. Tahtavî'nin de izah ettiği vecihle bu söz ancak reddetmek için hikâye edilir. Tahtavî mezkûr sözü red ve iptal hususunda uzun beyanatta bulunmuştur. Müracaat olunabilir.



METİN



Bütün bu zikrettiğimiz hadîsler, menkabeler vesâireler büyük bir şeye delâlet etmektedir ki, bu büyük haslet, diğer büyük ulemanın arasında sadece Ebu Hanîfe'ye mahsus kalmıştır. Nasıl mahsus kalmasın ki, o zat Hazreti Ebu Bekiri's-Sıddîk (r.a.) gibidir. Fıkhı tedvin ederek kazandığı ecri kendinin, başkalarının tedvin, te'lif ve ahkâmını onun kurduğu büyük temeller üzerine tefri' ettikleri fıkhın ecri misli de haşr ve kıyâmet gününe kadar onundur.



İZAH



Musannıf merhumun Ebu Hanîfe'yi Ebu Bekiri's-Sıddîk (radıyallahû anh)e benzetmesinin vechi şudur:



Bu zatların ikisi de misli görülmemiş bir şeyi ilk defa yapmışlardır. Hazreti Ebu Bekir, Peygamber (sallallâhû aleyhi ve sellem)in vefâtından sonra Ömer (r.a.)ın meşvereti ile Kur'an-ı Kerim'i bir araya toplayan ilk zattır. Ebu Hanîfe de fıkhı tedvin eden ilk zattır. Yahud teşbih, Hazreti Ebu Bekir'in erkeklerden ilk Müslüman olmasına bakarak yapılmıştır. Üstadımız Ba'lî «el-Eşbah» hâşiyesini şerhederken şöyle demiştir:



«Birinci şık daha güzeldir. Çünkü onda vecih-i şebe daha tamamdır. Bazıları ikinci şıkkın daha zâhir olduğunu söyleyerek, «Zira Kur'an'ın bir defa toplandıktan sonra tekrar toplanması tasavvur olunamaz», demişlerse de bu söz açık değildir. Kur'an ikinci defa toplanmıştır. Toplayan da Hazreti Osman (r.a.) dır. Hazreti Ebu Bekir onu mushaflarda cem etmemiştir. Malum olduğu şekilde onu Hazret-i Osman toplamıştır.»



TENBİH: Sahih hadislerde buyurulmuştur: «Zulüm yolu ile öldüren hiçbir nefis yoktur ki, Âdem'in ilkoğlunun onun günahından nasibi olmasın. Her kim güzel bir çığır açarsa onun ecri ile kıyâmet gününe kadar o çığırdan gidenin ecri -sevaplarından hiç bir azaltma yapılmaksızın- kendine âittir. Ve her kim kötü bir çığır açarsa onun günahı ve kıyâmet gününe kadar o çığırdan gidenin günahı-günahlarından hiçbir şey azaltılmaksızın- kendine âittir».



«Her kim bir hayra delâlet ederse ona da o hayrı yapanın ecri kadar sevap vardır»,



Ulema bu hadislerin İslâm'ın temellerinden olduğunu söylemişlerdir. Yani bir kimse bir kötülük icâd ederse ona uyarak o kötülüğü yapanların günahlarının bir misli de kıyâmete kadar kendinin olacakdır. Hayır icad eden dahi öyledir. Onun icâd ettiği hayrı işleyenlerin kazandıkları sevabın bir misli kıyâmete kadar kendinin olacaktır. Bahsin tamamı Lakânî'nin «Umdetü'l-Mürid» adlı eserinin sonundadır.



METİN



Evliyâ-i kiramdan müşâhede meydanında at oynatan ve mücâhede de sebat ile vasıflanan İbrahim b. Edhem, Şakik Belhî, Ma'ruf Kerhî, Ebu Yezid Bistamî, Fudayl b. İyaz, Davud Tâî, Ebu Hâmid el-Leffaf Halef b. Eyyûb, Abdullah b. Mübârek. Veki' b. Cerrâh, Ebu Bekir Varrâk ve diğer pek çok zevât Ebu Hanîfe'nin mezhebine tâbi' olmuşlardır.



İZAH



Evliyâ, velinin cem'idir. Veli, feîl vezninde ismi fâildir. ve araya isyan karışmamak üzere tâatı devam eden kimse mânâsınadır. Bu kelime ism-i mef'ul mânâsına da gelebilir. Bu takdirde kendisine, Allah'ın ihsânı kesilmeden devam eden kimse demek olur. Bir kimsenin hakikatta velî olabilmesi için bu iki vasfın tehakkuku mutlaka lâzımdır. Bir de peygamberin mâsûm olması nasıl şart ise velinin de mahfuz olması şarttır. İmam Kuşeyrî'nin «Risâle» sinde böyle beyân edilmiştir.



Mücâhede, lügatta muhârebe mânâsına gelir, Şeriatta ise kötülüğü emreden nefis ile muharebe etmek, Şeriatta matlûp olan şeylerden nefse güç gelenleri ona yüklemektir. Buna Cihâd-i ekber (Büyük cihad) adını veren hadis vârid olmuştur. Irakî bu hadisi Beyhakî'nin zayıf bir senedle Câbir'den rivâyet ettiğini söylemiştir. Ayni hadîsi Hatib-i Bağdadî. Tarihi'nde Hazret-i Cabir'den şu lâfızlarla rivâyet etmiştir:



«Peygamber (s.a.v.) bir gazadan geldi de. «Hoş geldiniz! Ama küçük cihaddan büyüğe geldiniz», buyurdular. Ashap, büyük cihad nedir? diye sordular. Resülüllah (s.a.v.) «Kulun heva hevesi ile mücahedesidir», buyurdu».



İbrahim b. Edhem b. Mansur el-Belhî: Kral çocuklarından idi. Bir gün ava çıkmış: kendisine bir ses, «Sen bunun için mi yaratıldın?» diye seslenmiş. Bunun üzerine atından inerek bir çobanın cübbesini almış ve yürüyerek Mekke'ye varmış, bilâhare Şam'a gelmiş ve orada vefât etmiştir.



Şakik Belhi b. İbrahim: Meşhur bir âbid ve zâhiddir. Kadı Ebu Yusuf'un sohbetinde bulunmuş, namaz bahsini ona okuyarak dinletmiştir. Bunu Ebu'l-Leys «el-Mukaddime» nâm eserinde bildirmiştir. Kendisi Hâtem-i Esam'mın üstâdıdır. İbrahim b. Edhem'le sohbette bulunmuş. 194 tarihinde şehid edilmiştir.



Ma'ruf Kerhî b. Feyrûb: Büyük meşâyihden duası makbul bir zattır. Kabrinde yağmur duası yapılır. Kendisi Sırrîi Sakatî'nin üstâdıdır. İkiyüz tarihinde vefat etmiştir.



Ebu Yezid Bistamî: Şeyhûlmeşâyih ve sebatkâr bir zattır. İsmi Tayfur b. İsâ'dır. Dedesi Mecûsi imiş. Bilâhare müslüman olmuş. Ebu Yezid 261 tarihinde vefat etmiştir.



Fudayl b. lyâz el-Horasani: Rivâyete göre vaktiyle yankesicilerden imiş. Bir câriyeye âşık olarak duvarına tırmanmış. O anda birinin, «İman edenler için kalplerinin korkması zamanı gelmedi mi?» âyet-i kerimesini okuduğunu işitmiş ve hemen tövbe ederek Mekke'ye gelmiş. Orada Harem-i Şerif mücâviri olarak kalmış. Mekke'de 187 tarihinde vefat etmiştir. Dumayrî'nin beyânına göre Fudayl b. iyaz fıkhı Ebu Hanîfe'den öğrenmiş. İmam Şafiî'den rivâyette bulunmuş; kendisi büyük bir imamdan ders aldığı gibi ondan da büyük bir imam ilim öğrenmiştir. İki büyük imam yani Buharî ile Müslim ondan hadis rivâyet etmişlerdir. Temimî ve başka biri onun geniş hal tercemesini yazmışlardır.



Davud Tâî b. Nasr b. Nasir b. Süleyman el-Kûfî: Âlim, âmil, zâhid, âbid bir zat olup İmam A'zam'ın ashabındandır. Vaktiyle ilim, fıkıh dersi ve sâire ile meşgul iken sonra tenhayı seçerek kendini ibâdete vermişler.



Muharip b. Disâr, «Davud, geçmiş ümmetlerde olsa idi Allah Teâlâ mutlaka onu bize hikâye ederdi» demiştir. Ebu Nuaym, Davud'un 160 tarihinde vefat ettiğini söylemiştir.



Ebu Hâmid el-Leffaf: Horasan meşâyihinin büyüklerinden Ahmed b. Hadraveyh el-Belhî'dir. 240 tarihinde vefat etmiştir.



Halef b. Eyyüb : İmam Muhammed'le Züfer'in arkadaşlarındandır. Ebu Yusuf'dan dahi fıkıh okumuştur. Zühd dersini İbrahim b. Edhem'den almış; bir müddet onun sohbetinde bulunmuştur. Vefat tarihi ihtilâflıdır. Esah kavle göre 215 tarihinde vefat etmiştir. Nitekim Temimî de bunu söylemiştir. Rivâyete göre Halef şöyle demiştir:



«İlim, Allah'dan Muhammed (s.a.v.)e, ondan ashab-ı kirama, onlardan tabiîne, onlardan da Ebu Hanîfe'ye geçmiştir. İsteyen razı olsun, isteyen razı olmasın!».



Abdullah b. Mübarek: Zâhid, fakih, muhaddis imamlardan biridir. Fıkıh, edebiyat, nahiv, lügat, fesâhat, vera' ve ibâdeti kendinde cem etmiş, birçok eserler yazmıştır. Zehebî, «O; ilim, hadis ve zühdde bu ümmetin erkânından biri olduğu gibi İmam Ahmed'in de üstadlarından biridir. Ebu Hanîfe'den ders almış; onu birçok yerlerde medih etmiştir. İmamlar onun lehine şehadette bulunmuşlardır» diyor. İbnü'l-Mübarek 171 tarihinde vefat etmiştir. Temimî onun terceme-i halini uzun uzadıya yazmış; ona aid güzel haberler vermiştir. Mezhebin fürûuna dair birçok rivayetleri vardır. Bunlar büyük eserlerde mevcuttur.



Veki' b. el-Cerrah b. Melih b. Adiy el-Kûfi: Şeyhülislâm ve büyük imamlardan biridir. Yahya b. Eksem, «Veki' seneyi oruçla geçirir; her gece Kur'an'ı hatmederdi» demiştir. İbn-i Maîn, «Ben ondan faziletti bir kimse görmedim,» demiş, kendisine İbnu'l-Mubârek de mi ondan faziletli değildi?» denilince, «İbnü'l-Mubarek'in fazileti vardı. Lâkin ben Vekî'den faziletli kimse görmedim. Kıbleye dönerek namaz kılar; boyuna oruç tutar, Ebu Hanîfe'nin kavli ile fetva verirdi. Ondan çok şeyler dinlemişti. Yahya b. Said el-Kattân da Ebu Hanîfe'nin kavli ile fetva verirdi», demiştir Veki' 198 tarihinde vefat etmiştir. Kendisi Şafiî ile İmam Ahmed'in üstadlarındandır.



Ebu Bekir el-Verrâk: Muhammed b. Amre Tirmizi'dir. Belh'de yaşamış; Ahmed b. Hadraveyh'in sohbetinde bulunmuştur. Riyâziyat vesâire hakkında te'lifatı vardır. «el-Kınye» nâm eserde beyân edildiğine göre Verrâk hacca diye yola çıkmış; bir konak yol aldıktan sonra arkadaşlarına, «Beni geri çevirin! Ben bir konak mesafede yediyüz büyük günah işledim», demiş, arkadaşları da onu geri çevirmişlerdir.



METİN



Bu zevat Ebu Hanîfe'de bir şübhe bulsalar ona tabi' olmazlar, uymazlar ve muvafakat etmezlerdi. Üstad Ebu'lKasım el-Kuşeyrî, mezhebinde son derece salâbetli ve bu tarikatta ileri gelenlerden olduğu halde risalesinde şunları söylemiştir:



«Üstad Ebu Ali ed-Dekkâk'ı şöyle derken işittim: Ben bu tarikatı Ebu'l-Kasım en-Nasr Ebâzi'den aldım. Ebu'l-Kasım da ben onu Şiblî'den aldım dedi. O da Sırrı Sakatî'den, o da Mâ'ruf Kerhî'den, o da Davud Tâî'den almış. Davud da ilim ve tarikatı Ebu Hanîfe'den almış».



İZAH



Ebu'l-Kasım: İbrahim b. Muhammed en-Nasr Abâzî, Horasan'ın şeyhidir. Mekke'de mücâvir olarak yaşamış ve 357 tarihinde orada vefat etmiştir.



Şıbli: İmam Ebu Bekir Dülef el-Bağdadî'dir. Mâliki mezhebindedir. Cüneyd-i Bağdadî ile sohbet etmiş 334'de vefat etmiştir.



Sırri: Ebu'l-Hasan b. Muglis es-Sakatî'dir, Cüneyd'in dayısı ve üstadıdır. 257 tarihinde vefat etmiştir. Ebu Hanîfe bu meydanın suvarisidir. Çünkü hakikat ilminin temeli ilim amel ve nefsin tasfiyesidir. Bunlarla onu bil'umum selef uleması vasıflandırmışlardır. Onun hakkında İmam Ahmed b. Hambel, «Ebu Hanîfe ilim. vera' zühd ve âhireti tercih hususlarında kimsenin erişemeyeceği bir mevkide idi. Kadılığı kabul etmesi için kamçılarla döğüldü: fakat kabul etmedi», demiştir. Abdullah b. Mubarek de «Uyulmaya Ebu Hanîfe'den daha lâyık kimse yoktur. Zira o İmamdı. Takva sahibi, nezih, âlim, fakih bir zat idi. İlmi öyle açıklamıştır ki, onu hiçbir kimse bu derece basiret, anlayış, zekâ ve takva ile açıklayamamış»tır. der. Sevrî'ye birisi «Ebu Hanîfe'nin yanından mı geldin?» diye sormuş da «Gerçekden yeryüzünün en âbid adamının yanından geldim» cevabını vermiş. Bunun misalleri çoktur. Bunları İbn-i Hacer ve diğer mutemed ulema nakletmişlerdir.



METİN



Bütün bu zevat onu medih ve senâda bulunmuş; faziletini ikrar etmişlerdir. Şaşarım sana kardeşim! Bu büyük zevat sona örnek olamıyor mu? Bu ikrar ve iftiharlarında onlar müttehem mi idiler? Halbuki kendileri bu tarikatın imamları, şeriat ve hakikatın erbabı idiler. Bu hususda onlardan sonra gelenler, onlara tâbidirler. Onların itimad ettiklerine muhalefet eden her şahıs merdud ve bid'atçıdır.



İZAH



Kadı Zekeriya'nın «Risaletü'l-Fetûhat»ında şu satırlar vardır:



«Tarikat, şeriat yolunu tutmaktır. Şeriat, mahdud birtakım şer'i amellerdir. Tarikat, Şeriat ve hakikatbirbirinden ayrılmayan üç şeydir. Çünkü Allah Teâlâ'ya götüren yolun zâhir ve bâtını vardır. Zahiri tarikatla Şeriat, batını da hakikattır. Hakikatın Şeriat ve tarikat içindeki gizliliği, sütün içindeki kaymağın gizliliği gibidir. Süt çalkalanmadan kaymağı çıkmaz.



Bu üç şeyden murad; kuldan beklenen kulluk vazifesinin beklendiği şekilde yapılmasıdır».



Bu tarikat imamlarından sonra gelenler Şeriat ve tarikat İlmi hususunda onlara tabidirler. Binaenaleyh mezkûr imamların medar-ı iftiharı Ebu Hanife olduğu gibi onların medar-ı iftiharı da odur.



Tarikat imamlarının itimad ettikleri şeyden maksad Ebu Hanîfe'yi medih ve senâ ve onunla iftihar etmeleridir. Bunlara muhalefet edenler merdud ve bid'atçıdırlar.



METİN



Hâsılı Ebu Hanîfe'ye zühdü, verâı. ibâdeti, ilmi ve anlayışı hususunda ortak olacak kimse yoktur. Aşağıdaki sözler İbn-i Mubârek (r.a.)in Ebu Hanîfe hakkında söylediği beyitlerden alınmıştır:



«Gerçekten bütün beldeleri ve onlarda yaşayanları, müslümanların İmamı Ebu Hanîfe ahkâm. âsar ve fıkıhla. sahife üzerine yazılan Zebur âyetleri gibi süslemiştir. Onun bir eşi ne maşrıkta vardır, ne de mağrip ve Küfe'de. Geceleri uyumamaya azmederek geçirir. Gündüzleri de Allah korkusundan oruç tutardı. İmdi yüceliği hususunda Ebu Hanîfe gibi kim olabilir! O halkın da, halifenin de imamıdır. Câhillik ederek onu ayıplayanları ben Hakk'a muhalif görürüm. Hüccetleri de zayıfdır. Bir fakihe eziyet vermek nasıl helâl olur ki, onun yeryüzünde şerefli eserleri vardır».



İZAH



Ebu Hanîfe şer'î hükümleri delillerinden istinbat etmiş (çıkarmış), onları tedvin ile müslümanlara öğretmiştir. Bu sayede onlarla amel edilmiştir. Şüphesiz ki şer'î hükümlere inkıyad ederek gerek hâkimlerin gerekse halkın onlarla amelde bulunması hem memleket hem de halk için bir zînet ve süsdür. Dünya ve ahiret umuru bununla yoluna girer. Zıddı cehalet ve fesaddır. Çünkü cehâlet beldeler yıkan, mamureleri harap eden bir leke ve âr'dır.



Âsar: Eserin cem'idir. Müslim şerhinde Nevevî şöyle diyor;



«Hâdis ulemasına göre eser, haber gibi merfu' ve mevkuf rivâyetlere âmm ve şâmil bir kelimedir. Muhtar olan kavle göre bu kelime gerek sahabiden, gerekse Peygamber (s.a.v.) den nakledilen rivayetler hakkında mutlak kullanılır. Horasan fukahasından bazıları sahabiye mevkuf olan rivâyetlere hassaten eser, merfu' hadislere de haber demişlerdir».



Gerçekten Ebu Hanîfe (rahimellah) bu bâbda da imam idi. Hadisi dörtbin üstaddan okumuştur ki, bunlar. tabiînden ve gayri tabiînden müteşekkil imamlardı. Bundan dolayı Zehebî ve başkaları onu muhaddislerin hâfızlar tabakasından saymışlardır. Onun hadise az ehemmiyet verdiğini söyleyenler ya dikkatsiz davranmış yahud hasedlerine kurban olmuşlardır. Hadîsle az meşgul olan bir kimse, Ebu Hahîfe'nin istinbat ettiği hükümleri nasıl istinbat edebilir! Halbuki tilmizlerinin kitablarındaki ma'ruf hükümleri delillerinden hususi surette ilk istihraç ve istinbat eden odur. En mühim bir vazife olan bu istinbat meselesiyle meşgul olduğu için, hadisi hariçde duyulmamıştır. Nitekim Hazret-i Ebu Bekir'le Ömer (r.a.) müslümanların umumî işleri ile meşgul oldukları için hariçde sahabenin küçükleri kadar hadis rivayet ettikleri görülmemiştir.



İmam Malik ile Şafiî de öyledir. Onların da Ebu Zür'a ve İbn-i Maîn gibi kendilerini hadis rivayetine veren zevat derecesinde hadis rivâyet ettikleri duyulmamıştır.



Çünkü onlar delillerden hüküm istinbatı ile meşgul olmuşlardır. Şu da var ki. dirayetsiz olarak çok hadis rivayeti pek methedilecek bir şey değildir. Hatta Zemmî hakkında İbn-i Abdi'l-Ber, ayrıca bir bâb yazmıştır. İbni Abdi'l-Ber, «Müslüman cemaatının fukahasiyle ulemasının kavillerine göre anlayıp incelemeden çok hadis rivayet etmek mezmumdur (çirkindir)», diyor. İbn-i Şubrume, «Az rivayet et ki, fakih olasın! » demiş. İbn-i Mubarek de şunları söylemiştir: «İtimad edeceğin şey hadis olsun! Rey ve fikirden sana hadisi izah edecek kadariyla iktifa et!».



Ebu Hanife'nin özürlerinden biri şu sözünün ifade ettiği mânâdır:



«Bir adamın işittiği gün ezberleyip edâ ettiği güne kadar hatırında tutamadığı bir hadisi rivayet etmemesi lâzımdır». Demek ki o, rivayeti ancak ezberleyen kimseye câiz görmüştür. Hatîb Bağdadî, İsrâil b. Yunus'un şu sözünü rivayet eder: «Numan ne iyi adamdı! İçinde fıkıh bulunan bir hadisi ne kadar güzel beller; onu ne kadar inceler ve ondaki fıkhı ne kadar çok bilirdi». Tamamı İbn-i Hacer'in «el-Hayretü'l-Hısan» adlı eserindedir.



İbn-i Mubârek'in sözündeki « f ı k ı h », tevhid ilmine de şâmildir. Çünkü Ebu Hanîfe'nin tarifine göre fıkıh; nefsin, leh ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir. Metindeki teşbih hüküm hususunda değil, izah ve beyan hususundadır. Çünkü Zebur mev'ızalardan ibâretti. Mamafih zînet hususunda yapılmış da olabilir. Bu takdirde mânâ şöyle olur:



Ebu Hanîfe beldeleri ve insanları, nakışların kağıtları süslediği gibi süslemiştir.



Mağrible maşrıktan karine ile onların arası da anlaşıldığı halde ayrıca Kûfe'yi zikretmesi bu şehir Ebu Hanîfe'nin vatanı olduğu içindir, yahut o gün İslâm şehirlerinin en büyüğü Kûfe olduğundan hassaten onu anmıştır. Kâ