Yaşadığı Sâde Hayat ve İsraftan Kaçınması:

Rasûlullah (s.a.s.) çok sade bir insadı, tüm hayatı sadelik içinde ve hem kendi yaşayışı ve hem de ailesinin geçiminde en küçük israf tavrı göstermeden geçmiştir. Gençliğinde olduğu gibi, hicretten sonra, yani devlet başkanı ve halkın tartışmasız lideri olduğu zaman bile, ne verilirse yer, kalın ve kaba (ucuz) elbiseler giyerdi. Onun ne sarayı, ne tahtı/koltuğu, ne lüks ve israf içinde yaşayışı vardı. Tek başına veya bir meclisteyken tereddüt etmeksizin yere, toprağa veya hasır üstüne otururdu. Günler boyu sadece kuru ekmek yemiş, günlerce yalnız hurma ile idare etmiştir. Sade kıyafetler giyer, gösterişten hoşlanmazdı. Böyle bir hayatı yaşarken, devletin tüm hazineleri (Beytu'l-Mal) O'nun elinde ve emrinde bulunuyordu. O, toplumunun en fakir bir üyesinin hayat standartlarına göre yaşamayı sürdürüyordu.



Kendisi sade hayatı sevdiği gibi, ailesinin de sade bir hayat sürmesini ve gösterişli hayattan kaçınmalarını isterdi. Kadınlar için altın gümüş gibi ziynete izin verilmiş olmasına rağmen, kendi hanımlarının bunları takmasından hoşlanmazdı. Hanımlarının diğer kadınlara, takı ve altınlarıyla örnek olmasını değil, takvâsıyla örnek olmasını isterdi. Zaten toplumda dar gelirlilerin isyanı, zenginlerin halkın göreceği şekilde israf ve lüks içinde bir hayat sürmesi ve kendilerini onlarla karşılaştırmaları sebebiyle olur. Bir gün kızı Fâtıma'nın boynunda altın bir kolye görünce: "İnsanların, Rasûlullah'ın kızı boynuna ateş takmış demeleri hoşuna gider mi?" demiştir. Bir defasında da Hz. Âişe'nin kollarında bilezikler görmüş ve şöyle demiştir: "Onların yerine safranla boyanmış darasttan (basit) bilezikler taksan daha iyi olur."



O, daima sade kıyafetler giyerdi. Ancak, Hz. Ömer onun Cuma günlerinde, bayramlarda ve başka ülkelerden heyetleri kabul ettiği zaman gösterişli kıyafetler giymesini isterdi. Buna rağmen Rasûlullah sade giymeyi tercih etti. Bir kere, bir dükkânda ipek bir elbise gören Hz. Ömer, Rasûlullah'tan Cuma namazlarında ve dış heyetleri kabul ederken giymek için onu satın almasını rica etti. Rasûlullah şöyle cevap verdi: "Bunu, âhiretten alacağı bir payı olmayan giysin."



Peygamberimizin yatağı, bazen bir kaba kumaş, bazen hurma yaprağıyla doldurulmuş deri idi. Hanımı Hz. Hafsa'nın anlattığına göre bir gece yumuşatmak için Rasûlullah'ın yatağına dört kat bez koydu. Fakat ertesi sabah, Rasûlullah memnun olmamıştı. İslâm Devletinin Yemen'den Suriye'ye kadar yayıldığı Hicret'in dokuzuncu yılında, bu Devlet'in başkanı ve tek hâkiminin yalnız bir yatağı, bir de su kırbası vardı. Hz. Âişe'nin rivâyet ettiğine göre Rasûlulllah vefat ettiğinde, evde bir miktar arpadan başka yiyecek bir şey yoktu ve para ve kıymetli eşya cinsinden hiçbir şey de miras bırakmamıştı.



Hz. Âişe Vâlidemiz’den rivâyet edilen bir hadis bize şunları anlatır: “Allah Rasulü evinde, herhangi bir insan gibi davranırdı. Kendi elbisesini yamar, ayakkabılarını tâmir eder ve ev işlerinde hanımlarına yardımda bulunurdu” (Tirmizî, Şemâil 78; Ahmed bin Hanbel, 6/256). O, bunları yaptığı sırada, O’nun adı cihanın dört bir yanında anılıyor; herkes O’ndan ve getirdiği dinden bahsediyordu. O zamanını öyle ayarlamıştı ki, bu kadar önemli sorumlulukları arasında, bu gibi işlere de fırsat bulabiliyordu. O, her güzel hasletin zirvesinde oturmaya lâyıktı ve öyle de oldu.



Kâdı Iyâz naklediyor: “Bir gün aklından zoru olan bir kadın geldi, Allah Rasûlü’nün elinden tutarak çekti ve O’na: Gel benim evimdeki şu işimi gör, dedi. Kadın Allah Rasûlü’nün kolundan çekiyor, O da arkasına takılıp gidiyor. Derken, Sahâbi de onların arkasına düşüyor ve Allah Rasûlü gâyet rahat bir şekilde kadının dediği işi görüyor sonra geri dönüyor” (Kadı İyaz, eş-Şifâ, I/131, 133). Bu iş, belki bir ev süpürmek, belki de yıkanmış çamaşırları sıkmaktı. İşin keyfiyeti ne olursa olsun, Allah Rasûlü bu işi yapmıştı. Zira O bir fıtrat insanıydı ve O’nun bu hareketi asla zillet de değildi. Zillet, O’nun rüyâlarına bile girememişti. Nasıl girer ki, O, küfür ve isyan karşısında kükremiş bir aslan gibiydi. O, insanların en şecaatlisiydi. Hz. Ali der ki: “Biz savaş meydanında korktuğumuz zaman Allah Rasûlü’nün arkasına sığınır ve O’nunla korunurduk” (Ahmed bin Hanbel, I/86). Hatta O’nun atmosferi, çevresindekilere emniyet ve güven verirdi. Öyle ise böyle bir insan, bu şekilde bir mahviyet gösteriyorsa, bu sadece O’nun tevâzuundan, sade yaşayışındandır.



Rasûlullah (s.a.s.), büyük bir devletin başkanı ve peygamber olmasına rağmen, mûtedil ve çok sade bir hayat yaşamıştır. Hayatın normal zevklerinin dışına çıkmamış, orta halli ve hatta fakir bir insan gibi çok az bir yiyecek ve giyecekle yetinmiş, normal bir insan gibi evde ve dışarıda çalışmıştır. Özel ve sosyal hayattaki her çeşit lüks ve israftan, aşırılıklardan şiddetle kaçınmıştır. Mekke'de bir tüccar ve Medine'de de devlet başkanı olarak her çeşit imkân varken de bu sadeliğini bozmamış, artan para ve kıymetli eşyayı hep Allah yolunda infak etmiştir. Bütün ömrünce ifrat ve tefritten sakınmış ve özel hayatıyla ashâbına ve tüm insanlığa da en güzel örnek olmuştur.      



Rasûlullah (s.a.s.) yemeği az yediği gibi, az uyurdu. Bu durum, tüm hayatı boyunca tartışmasız O'nun özelliği idi. O, ümmetini de bu yönde teşvik ederdi. Özellikle de az yeme ile az uyumanın birlikte sürdürülmesini isterdi. Bu konudaki bir tavsiyesi şöyledir: "İnsanoğlu, karnından daha kötü bir küp (kap) doldurmamıştır. Ona, belini doğrultacak kadar yemesi yeterlidir. Eğer mutlaka karnını doyuracaksa üçte birini yiyeceğe, üçte birini içeceğe, üçte birini de nefes almaya ayırsın." (Tirmizî, Zühd 47, hadis no: 2381; İbn Mâce, Et'ıme 50, hadis no: 3349)   



Rasûlullah'ın en hoşuna giden yemek, çok kimse ile birlikte yediği, onlara ikram ettiği yemekti. Âişe annemizin anlattığına göre, Rasûlullah'ın karnı doyuncaya kadar yediği hiçbir zaman sözkonusu değildir. Eğer yemek verilirse yer; verdikleri yemek ne olursa olsun, onu yer ve verdikleri içecek ne ise içerdi. (Tirmizî, Şerh-i Şemâil, Aliyyu'l-Kari, s. 235) 



Kurucusu olduğu Medine İslâm Devletinin devlet başkanı olan Peygamberimiz'in kendisi ve ailesi sadelik içinde yaşar, fakat Allah rızâsı için devamlı infak ederdi. İmkânı olup da, hayatında bir defa olsun "yok" veya "hayır!" dememiştir. Rasûlullah'tan bir şey istenip de O'nun "hayır!" dediği vâki değildir (Müslim, Fezâil 56, hadis no: 2311). Üzerinde ve evinde altın, gümüş para bulundurmaz, olunca hemen fakirlere dağıtırdı. O, geniş imkânlar içinde fakir bir hayat sürer, fakat fakirlere yardımdan geri durmazdı.



Enes (r.a.), diyor ki: "Rasûlullah, yanında hiçbir şeyi ertesi gün için biriktirmezdi." Bir adam Rasûlullah'a gelerek O'ndan birşeyler istedi. Rasûlullah, yanında verecek bir şeyi olmadığı ve isteyeni de boş çevirmemek için, başkasından yarım ölçek borç alıp ona verdi. Alacaklı, yarım ölçek malını istemeye geldiğinde, ona bir ölçek verdi ve: "yarısı borcum için, yarısıı da bağıştır" (Tirmizî, Zühd 37, hadis no: 2363) buyurdu.



İbn Abbas (r.a.) diyor ki, Rasûlullah (s.a.s.), hayır yapmada insanların en cömerdi idi. En cömert olduğu zaman da Ramazan ayı idi. Cebrâil (a.s.) ile bir araya geldiklerinde ise esen rüzgârdan daha cömert olurdu (Müslim, Fezâil 50, hadis no: 2308; Tirmizî, Cihad 14, hadis no: 1687); İbn Mâce, Cihad 9, h. no: 2772).



Enes (r.a.)'den rivâyet edilmiştir: Bir adam Rasûlullah'tan bir şeyler istemiş, Rasûlullah da ona bir vâdi dolusu koyun vermiştir. Bunun üzerine adam kabilesinin yanına dönerek, onlara: "Koşun, müslüman olun! Çünkü Muhammed (s.a.s.), bir kimsenin artık fakirlik çekmeyeceği kadar mal veriyor" dedi. Rasûlullah birden çok kimseye yüzer deve vermiştir. Ebû Süfyan'a üç ayrı defa yüzer deve vermiş, onların kalplerini bu infaklarla İslâm'a ısındırmış, malı Allah yolunda infak etmenin en güzel örneklerini sunmuştur. Rasûlullah'ın peygamber olmadan önceki ahlâkı da böyle idi. Varaka bin Nevfel, bir rivâyette Hz. Hadîce O'na demişti ki: "Sen yükü çekiyorsun, insanlara bulamadıkları şeyi veriyorsun." (Buhârî, Bed'u'l-Vahy)



Allah'ın Rasûlü, o güzel insan, Havâzin kabilesinden alınan altı bin esiri onlara geri vermişti. Yine Abbas (r.a.)'a taşıyamayacağı kadar altın vermişti. Ona doksan bin dirhem gümüş getirilmi, bir hasırın üzerine konulmuştu. Kalkıp onu herkese dağıttı. Hepsini bitirinceye kadar isteyen hiçbir kimseyi geri çevirmedi. Sonra bir adam gelip istedi. Ona: "Yanımda artık hiç kalmadı. Ama git, ihtiyacın olan şeyi benim adıma satın al! Bana bir şey gelince ben parasını öderim" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Yâ Rasûlallah, Allah seni gücün yetmediği bir şeyle mükellef tutmadı ki, niye böyle yapıyorsun?" diye sordu. Bu söz, Peygamber'in hoşuna gitmedi. Ensârdan bir sahâbî de: "Ver ey Allah'ın Rasûlü! Arzın Sahibi'nin azaltacağından korkma!" dedi. Rasûlullah tebessüm etti ve sevindiği yüzünden belli oluyordu. Buyurdu ki: "Ben, bununla emrolundum." (Müslim, Fezâil 60, hadis no: 2314; Tirmizî, Şemâil; İbn Kesir, el-Bidâye 6/63)     



Sehl ibnu Sa'd (r.a.) anlatıyor: "Bir adam, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a uğradı. Efendimiz, yanında bulunan bir zâta: "Şu gelen kimse hakkında reyin nedir?" diye sordu. Adam: "O, halkın eşrâfındandır, bu vallahi bir kıza tâlib olsa hemen evlendirilmeye; birisi lehine şefaate bulunsa, şefaatinin yerine getirilmesine lâyıktır" dedi. Rasûlullah (s.a.s.) sükût buyurdular. Derken az sonra bir adam daha uğradı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanındakine: "Pekiyi bunun hakkında reyin nedir?" dedi. Adam: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu, müslümanların fakir takımındandır. Vallahi, bu bir kıza tâlib olsa evlendirilmemeye, şefaatte bulunsa itibar edilmemeye, bir şey söylese dinlenilmemeye lâyıktır?" cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.): "Bu, onun gibilerin bir arz dolusundan daha hayırlıdır?" buyurdu." [Buhârî, Rikâk 16, Nikâh 15, İbnu Mâce, Zühd 5, (4120).]



Ebû Zerr (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) efendimiz buyurdular ki: "Dünyada zâhidlik, helâl olanı haram etmek veya malı ziyân etmekle olmaz. Gerçek zâhidlik, Allah'ın elinde olana, kendi elinde olandan daha çok güvenmen ve bir müsîbete düştüğün zaman getireceği sevabı sebebiyle, onun devamına rağbet göstermendir." (Tirmizî, Zühd 29, hadis no: 2341; İbn Mâce, Zühd 1, hadis no: 4100)



Bu hadis, hakîki zâhidliğin nasıl olduğunu anlatıyor. Buna göre kişinin, helâli haram kılmak, malını mülkünü yüzüstü bırakıp ziyan olmasına seyirci kalmak gibi bir kısım zoraki davranışların zâhidlikle ilgisi olmadığını belirtiyor. O halde gerçek zühd, kişinin Allah'ın rızkı vereceği husûsundaki vaadine güvenmek, ummadığı yerden rızık verdiğine kesin bir îmanla inanmak, Allah'a olan îtimad ve güvenini, elinde tuttuğu akar mal, sanat, mevki ve makam gibi şeylere olan  güveninden çok fazla kılmaktır. Çünkü kendi elindekilerin telef olması, bir bir yok olması mümkündür, fakat Allah'ın elinde bulunanlar bâkîdir, ebedîdir. Nitekim âyet-i kerîmede:   "Sizde olanlar tükenir ama, Allah katında olanlar sonsuzdur" (16/Nahl 96) buyurulmuştur.



Musîbetle ilgili cümlenin mânasını da Aliyyü'l-Kârî şöyle açıklar: "(Musîbete karşı şikâyetçi, tahammülsüz olma. Bilakis) hâsıl edeceği sevabı düşünerek, yokluğundan ziyâde varlığına rağbet et, devamını iste. İşte bu iki hal, senin gerçekten dünyayı terkedip âhirete yönelmiş olduğuna iki sâdık ve âdil şâhiddir."



Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "(Ey Âişe! Cennette) benimle olman seni mesrur edecekse sana dünyadan bir yolcunun azığı kadarı kifâyet etmelidir. Sakın zenginlerle sohbet arkadaşlığı etme. Bir elbiseye yama vurmadan eskimiş addetme." (Tirmizî, Libâs 38, hadis no: 1781)



Rezîn şunu ilâve etmiştir: "Urve dedi ki: "Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ), bir elbiseyi eskitip yamamadıkça ve içini dışına ters çevirip (bir zamanlar da öyle giyerek iyice eskitmedikçe) yenilemezdi. Bir gün kendisine, Muâviye tarafından gönderilmiş olan seksenbin (dirhem) geldi. Bu paradan, akşama tek dirhem kalmadı (hepsini tasadduk etti). Câriyesi ona: "Bana ondan bir dirhemlik olsun et alsaydın ya!" dedi. Hz. Âişe: "(Para varken) hatırlatmış olsaydın, isteğini yapardım" dedi."



Bu rivâyet, Âl-i Beyt'in yaşayışına ışık tutmaktadır. Dünya ile olan bağlantısını, gölgelenmek üzere bir müddet dibine oturup ondan sonra bırakıp giden yolcunun, güzergahta rastladığı ağaçla olan irtibatına benzeten Hz. Peygamber, zevce-i pâkleri Âişe vâlidemize uhrevî beraberliği daha bir garantileyecek hayat tarzının bir sahnesini tasvir ediyor: "Elbiseyi yamalı olarak giymeden yenilememek."



Âişe vâlidemiz (r.anhâ), sadece yamamakla kalmıyor, renk vs. yönleriyle daha az yıpranıp, yenilik havası taşıyan iç yüzünü dış yüz yaparak, bir müddet öyle giyiyor. Urve (rahimehullah)'nin açıklaması, Hz. Âişe'nin bu davranışının fakirlik veya cimrilikten olmayıp, zahidlikten olduğunu göstermektedir. Umumî Açıklama kısmında temas edildiği üzere gerçek zâhidlik budur. Maddî imkanlar varken dünyaya itibar etmemek... Yüce vâlidemiz bunun örneğini vermiştir.



Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) şöyle duâ ederdi: "Allah'ım, Âl-i Muhammed'in rızkını belini doğrultacak kadar ver.” -Bir diğer rivâyette- "yetecek kadar ver" buyurmuştur." (Buhârî, Rikâk 17; Müslim, Zekât 126, hadis no: 1055; Tirmizî, Zühd 38, hadis no: 2362)



Rasûlullah (s.a.s.) Allah'tan rızk olarak, ölmeyecek kadar istemiştir. Rivâyetlerde bu miktar iki ayrı kelime ile ifâde edilmektedir. Kût ve kefâf. Kût, "ölmeyecek kadar", "belini doğrultmaya yetecek kadar" veya "başkasından istemeye ihtiyaç bırakmayacak kadar yiyecek" diye açıklanmıştır. Kefâf daha önce, Umûmî Açıklama kısmında geniş açıkladığımız üzere, zarûrî ihtiyaçları tam karşılayan, ne fazla ne de noksan olmayan miktar olarak tarif edilebilir.



Âl-i Muhammed tabiri ile, bu hadiste, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hanımları ile çocukları kastedilmiş olmalıdır. Resûlullah'ın ve ailesinin asgari miktarla yetindiklerini te'yîd eden rivâyetler çoktur. Tirmizî'nin "Resûlullah ve ehlinin maişetleri adında bir babta kaydettiği rivayetlerden bazıları şöyle:



"Rasûlullah (s.a.s.) ekmek ve etten doyuncaya kadar günde iki sefer yemeden dünyadan göçmüştür."



"Rasûlullah (s.a.s.) arpa ekmeğinden doyuncaya kadar peşpeşe iki gün yemeden ruhu kabzedildi."



"Rasûlullah (s.a.s.) ve ailesi, üst üste üç gün doyuncaya kadar buğday ekmeği yemeden dünyadan ayrıldı."



"Rasûlullah (s.a.s.) üst üste birçok geceleri aç geçirir, ehli de akşam yemeği bulamazlardı. Onların ekmekleri çoğunlukla arpa ekmeği idi."



"Rasûlullah (s.a.s.) yarın için bir şey biriktirmezdi."



"Rasûlullah (s.a.s.) ölünceye kadar (mükellef hazırlanmış) bir sofrada yemek yemedi, (pasta şeklinde) ince yapılmış ekmek de yemedi."



Resûlullah'ın zenginliği, kalbinde Rabbine karşı beslediği güveni idi. (Kulluğu) unutturucu fakirlikten de, tuğyana atıcı zenginlikten de Allah'a sığınırdı. Bu durumda, fakirlik ve zenginliğin iki aşırı kutupları teşkîl ettiğine delil vardır.



O Yüce Peygamber'in hayatına ve onun mal hakkındaki tavırlarına baktığımızda gördüğümüz tablo şudur: Yeryüzünün hazineleri, ülkelerin anahtarları O'na verilmiştir. Önceki peygamberlere helâl kılınmayan savaş ganimetleri O'na helâl edilmiştir. O hayatta iken Hicaz, Yemen ve bütün Arap yarımadası, Irak ve Şam'ın yakın bölgeleri fethedilmişti. Oralardan elde edilen "ganimetlerin beşte biri, Allah'a, Rasûlüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir." (8/Enfâl, 41). Cizye ve zekâtlardan, başka ülkelerin krallarında bile toplanamayacak kadar çok mal Rasûlullah'a toplanıp getiriliyordu. Fakat O, bunlardan en ufak bir şey, kendine almamış, bir dirhem dahi alıkoymaksızın hepsini uygun şekilde sarfetmiş ve onlarla başkalarının ihtiyaçlarını gidermiş ve müslümanları güçlendirmiştir. Buyurmuştur ki: "Uhud Dağı kadar altınım olsa da, ondan borç ödemek üzere alıkoyduğumun dışında bir dinarın yanımda bir gece kalması beni memnun etmez." (Müslim, Zekât 9, hadis no: 3394; İbn Mâce, Zekât 3, hadis no: 1787; Buhârî, Zekât, Rikak)



Bir defasında Peygamberimiz'e bir miktar para gelmişti. Onu taksim edip dağıttı da, altı dinar yanında kaldı. Onu da hanımlarından birine verdi. O gece gözüne uyku girmedi. Yatağından kalkıp bu parayı ihtiyaç sahiplerine dağıttı ve buyurdu ki; "işte şimdi rahatladım." (İmam Süyûtî, Menâhilu's-Safâ, s. 14)



Dünyanın en cömerdi, o en büyük insan vefat ettiğinde, ailesinin nafakası için zırhı rehinde idi. O, yiyecek, giyecek ve meskenden ihtiyacı kadar, en az ile yetinilecek kadarını kâfi görürdü. Asgarî ihhtiyacından fazla hiçbir şeyi olmazdı. Elbise gözetmez, bulduğunu giyerdi. Ganimet ve hediye olarak kendisine gelen altın süslemeli kaftanları, yanında bulunanlara ve uzaktaki fakirlere paylaştırırdı. Çünkü giysilerle gösteriş yapmak, övünmek, onlarla süslenmek O'na ve O'nun getirdiği ölçülere göre bir şeref ve yücelik sebebi olamazdı.



Hz. Âişe (r.anhâ) vâlidemizden rivâyet ediliyor: "Rasûlullah (s.a.s.), vefat edinceye kadar üç gün ar arkaya buğday ekmeği ile karnını doyurmamıştır." (Buhârî, Et'ıme 23; Müslim, Zühd 202, hadis no: 970). Diğer bir rivâyette arpa ekmeği ile de arka arkaya iki gün karın doyumadığı bildirilir. Onun ailesi de, O'nunla birlikte aynı yoksul hayatı severek paylaşıyordu. Halbuki eğer dileseydi Allah Teâlâ O'na akla gelmeyecek şeyler lutfederdi. Yüce Peygamber, silâhı, katırı ve vefatından sonra sadaka olduğunu belirttiği bir arâziden başka hiçbir miras bırakmamıştır (Müslim, Vasiyyet 18, hadis no: 1635; Buhârî, Vesâyâ, Megâzî). Hz. Âişe (r.anhâ) anlatıyor: "Peygamber vefat ettiğinde evinde raftaki birazcık arpadan başka, canlı mahlûkun yiyeceği hiçbir şey yoktu. Rasûlullah, bana dedi ki: "Bana Mekke'deki Betha vâdisinin, istersem benim için altın kılınması arz edildi. Ben, 'Ya Rabbi, gün olur aç olurum, gün olur tok olurum. Aç olduğum halde Sana duâ ve niyaz ederim; tok olduğum günde de Sana hamd ve senâ ederim' dedim." (Müslim, Zühd 27, hadis no: 2973; Tirmizî, Zühd 35, hadis no: 2348). Bir başka hadis-i şerife göre de Cebrâil, Rasûlullah'a gelerek dedi ki: "Allah sana selâm ediyor ve 'eğer istersen şu dağları senin için altın yapayım ve nerede olursan seninle beraber olsunlar' buyuruyor. Rasûlullah (s.a.s.) başını önüne eğerek: "Ey Cebrâil, dünya, yurdu olmayanların yurdudur; malı olmayanların malıdır. Onu aklı olmayanlar biriktirir" dedi. Cebrâil de O'na: "Allah bu sağlam sözde seni sâbit kılsın!" dedi. (Beyhakî, Zühd; İbn Saad, Tabakat; İmam Süyûtî, Menâhilu's-Safâ, s. 25)           



Ebû Abdirrahman el-Hubulî anlatıyor: "Bir adam Abdullah İbnu Amr (r.a.)'a sorarak dedi ki: "Biz muhâcirlerin fakirlerinden değil miyiz?" Abdullah da ona sordu: "Kendisine sığındığın bir zevcen var mı?" Adam: "Evet" dedi. Abdullah: "Senin oturduğun bir meskenin var mı? Adam: "Evet!" deyince Abdullah: "Sen zenginlerdensin!" dedi. Adam: "Benim bir de hizmetçim var!" diye ilave edince, Abdullah: "Öyleyse sen krallardansın!" dedi." (Müslim, Zühd 37, hadis no: 2979)



Ebû Saîd (r.a.) anlatıyor: "Muhâcirlerin fakirlerinden bir grupla birlikte oturmuştum. Bunlardan bir kısmı, bir kısmı(nın karaltısından istifâde) ile çıplaklıktan korunuyordu. Bir okuyucu da bize (Kur'ân) okuyordu. Derken Rasûlullah (s.a.s.) çıkageldi ve üzerimizde dikildi. Resûlullah'ın yanımızda dikilmesi üzerine kaari okumayı bıraktı. Resûlullah da selam verdi ve: "Ne yapıyorunuz?" diye sordu. "Ey Allah'ın Rasûlü! dedik, o kaarimizdir, bize (Kur'ân) okuyor. Biz de Allah Teâlâ'nın kitabını dinliyoruz. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): "Ümmetim arasında, kendileriyle birlikte sabretmem emredilen kimseleri yaratan Allah'ıma hamdolsun!" dedi. Sonra, kendisini bizimle eşitlemek üzere Rasûlullah, ortamıza oturdu.Ve eliyle işâret ederek: "Şöyle (halka yapın)" dedi. Cemaat hemen etrafında halka oldu, yüzleri ona döndü. Ebû Saîd der ki: "Rasûlullah (s.a.s.)'ın onlar arasında benden başka birini daha tanıyor görmedim. (Herkes yeni baştan vaziyetini alınca) Rasûlullah şu müjdeyi verdi: "Ey yoksul muhâcirler, size müjdeler olsun! Size Kıyamet günündeki tam nûru müjde ediyorum. Sizler cennete, insanların zenginlerinden yarım gün önce gireceksiniz. Bu yarım gün, (dünya günleriyle) beşyüz yıl eder." (Ebû Dâvud, İlim 13, hadis no: 3666; Tirmizî, Zühd 37, hadis no: 2352)



Bu hadis, Medîne'ye hicret eden bir kısım müslümanların maddî durumlarını aksettirmesi bakımından dikkat çekicidir: Birbirlerinin gölgesiyle tesettürü sağlamaya çalışacak kadar fakirlik.



Fakirlik, özellikle insanın kendi ve ailesinin karnını doyuramayacak derecede olursa, sabrı çok zor olan bir imtihandır. Zenginlik de, çoğu zaman insanı istiğna duygusuna boğarak, mâneviyattan, kulluktan uzaklaştırmaktadır. Ayrıca servetin kazanılmasında gayr-i meşru kazanç ihtimalleri, zekât ve sadakasını tam tamına verememe ihtimâli, malın muhâfaza ve artırılması gibi zarûri meşguliyetlerin kişiyi fazlaca işgal etme tehlikeleri/riskleri mevcuttur. Öyle ise, ümmetinin her zümresine karşı rahmet ve şefkat hisleriyle dolu olan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bu zümrelerin zayıf noktalarına dikkat çekip, onları uyarmasından daha tabiî bir şey olamaz.



Dînimizin getirdiği hayat felsefesine göre, insan imtihan edilmek üzere yaratılmıştır. Kimisi azlık, kimisi çokluk; kimisi kadınlık, kimisi erkeklik; kimisi sağlık, kimisi hastalık; kimisi nimet, kimisi musibetle veya aynı insan yerine göre bazan sağlık, bazan hastalıkla, bazan bolluk, bazan darlıkla, nimet veya musibetle... imtihan edilecektir. Şeriat, bu farklı hallerin her birinde her bir farklı hal sâhibine nasıl davranmak gerektiğinin bilgisini getirmiş ve bu talimata uymasını emretmiştir. Bu talimâtı anlayacak derecede aklı olan herkes, buna uyup uymama durumuna göre hesaba çekilecektir.



Öyle ise zenginlik ve fakirlikle ilgili hadisleri belirtilen çerçevede kavramak gerekir. Bu tâlimatta servet sahiplerine düşmanlık aranmamalı, fıtrata hâkim kanunların beyânı, belirtilen şartlarda gerçek kulluğun nasıl yapılacağının öğretisi, bir başka ifade ile dinin siyâseti aranmalıdır.



"Bana zayıflarınızı arayın. Zîra sizler, zayıflarınız sebebiyle (onların sabrı, duâsı, takvâsı bereketiyle) yardıma ve rızka mazhar kılınıyorsunuz." (Ebû Dâvud, Cihâd 77, hadis no: 2594; Tirmizî, Cihâd 24,  h. no: 1702; Nesâî, Cihâd 43, -6, 45,46-). Nesâî'nin rivayetinde: "Allah bu ümmete zayıfları sebebiyle, onların duâları, namazları ve ihlâsları hatırı için yardım eder." Zayıfların ibâdet ve duâları çok daha hâlisânedir. Çünkü, kalpleri dünyevî süslerle meşgûl değildir. Himmetleri bir şeyde toplanmıştır. Bu sebeple duâları makbuldür, amelleri (riyâdan) pâktır.



Abdullah İbnu Muğaffel (r.a.) anlatıyor: "Bir adam gelerek "Ey Allah'ın Resûlü! Ben seni seviyorum" dedi. Rasûlullah: "Ne söylediğine dikkat et!" diye cevap verdi. Adam: "Vallâhi ben seni seviyorum!" deyip, bunu üç kere tekrar etti. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine adama: "Eğer beni seviyorsan, fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü beni sevene fakirlik, hedefine koşan selden daha sür'atli gelir." (Tirmizî, Zühd 36, hadis no: 2351)



Aslında her mü'min Rasûlullah (s.a.s.)'ı sevmekle mükelleftir, O'nsuz mü'min olunmaz. Öyle ise bu söz, ileri derecede bir sevgi duygusunun ifadesi olmaktadır. Bu seviyede bir sevgi, kişiye bir kısım özelliklere sahip olması ve fedâkârlıklara hazır olması gerekeceğindendir ki, Resûlullah, bu söylediğin şeyin gerektirdiği mes'ûliyetlere katlanıp , titizlikleri yaşayabilecek misin? mânâsında: "Ne söylediğine dikkat et!" buyurmuştur. "... Fakirlik için zırh hazırla!" uyarısının gerisinde ciddî, zor, azîm bir işe karar vermişsin, hele bir düşün, altından kalkabilecek misin? Bu, basit bir karar değil, kendini tehlikeli bir işe atıyorsun. Bunun arkasında pek çok belâ ve musibetlerle imtihân var. Kendini bilerek bela ve musibetlere atmaktan daha büyük bir risk var mı? gibi mânâlar zihne gelmektedir. Peygamber'i gerçekten sevmek, O'na benzemeye çalışmak demektir, O'nun sünnetine sarılıp O'nun izinden gitmektir. Peygamber'in yaşadığı gibi sade, fakir bir hayat yaşamak, O'nun gibi ve O'nun yolunda mallarını infak etmek demektir. Rahat koltuklar üzerinde ve günlük yaşayışında hiçbir fedâkârlığa katlanmadan Allah ve Rasûlullah sevgisinden bahsetmek, ne kadar gerçekçi olur?



Aliyyü'l-Kaarî, burada hazırlanması emredilen zırhtan maksadın sabır olduğunu belirtir. "Çünkü der, sabır fakrı örter, tıpkı zırhın zarara karşı bedeni örttüğü gibi." Belânın gelmesine selin misal verilmesi, sür'ati ifade içindir, çünkü yüksekten akan sel süratlidir. Rasûlullah (s.a.s.)'ın: "İnsanlardan en şiddetli belâya mâruz olanlar önce peygamberler, sonra sâlihler, sonra derece derece iyi hal sahibi diğer mü'minlerdir." (Tirmizî, c. 7, s. 78-79; Dârimî, c. 2, s. 320; Süyûtî, Câmiu's-Sağîr, c. 1, s. 136; Ahmed bin Hanbel) hadisi göz önüne alınınca, sadedinde olduğumuz hadis daha iyi anlaşılır. Hak yolunda en büyük zorluk ve musîbetlere katlanan Efendimizin yolundan gidenler, ona yakınlıklarının derecesini, onu sevme yolunda katlandıkları fedâkarlıklar, sıkıntılar ve mahrûmiyetlerle ölçebilirler.



Bu ölçünün, zamanımız için çok daha geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü, öncelikle farz ve sünnetlerin yaşanmasında ifâdesini bulan sevmeye, zamanımızda çeşitli mâniler var. Bırakalım pek çok hayatî sünnetleri, farzların yerine getirilmesi bile bir kısım zorluk ve dünyevî riskleri berâberinde getirmekte, mü'minleri işinden, aşından, terfîsinden etmektedir. Sünnete uymanın getireceği bu zorlukları göze alamayıp, tâvizkârlığa düşen, rahatına bağlı müslümanlar, şartların daha da ağırlaşmasına zemin hazırlayıp, dinî hayatta daha çok tâvizler istenmesine sebep olmaktadırlar. Bu hadis, üzerinde düşünülünce mûcizevî bir beyan olduğu görülmektedir. Rabbimizden, Rasûl-i Ekrem'ini hakkıyla sevmeyi bizlere nasîb etmesini niyaz ediyoruz. Allah sevgisi için de benzeri şeyler söylenebilir. Çünkü Allah'ı sevmenin göstergesi, Rasûlullah'a tâbi olmaktır (3/Âl-i İmrân, 31).



Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: "Biz Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte otururken uzaktan Mus'ab İbnu Umeyr (radıyallâhu anh) göründü, bize doğru geliyordu. Üzerinde deri parçası ile yamanmış bir bürdesi vardı. Rasûlullah (s.a.s.) onu görünce, (Mekke'de iken giyim kuşam yönünden yaşadığı) bolluğu düşünerek ağladı. Sonra şunu söyledi: "Gün gelip, sizden biri, sabah bir elbise, akşam bir başka elbise giyse ve önüne yemek tabakalarının biri getirilip diğeri kaldırılsa ve evlerinizi de (halılar ve kilimler ile) Ka'be gibi örtseniz o zamanda nasıl olursunuz?" "O gün, dediler, biz bugünümüzden çok daha iyi oluruz. Çünkü hayat külfetimiz karşılanmış olacak, biz de ibâdete daha çok vakit ayıracağız.” Buyurdu ki: "Hayır! Bilakis siz bugün o günden daha iyisinizdir." (Tirmizî, Kıyâmet 36, hadis no: 2478)



Mus'ab İbnu Umeyr, İslâm'ın ilk kahramanlarından biridir. Mekke' nin zengin ailelerine mensuptur. En iyi giyinen, en yakışıklı gençlerindendir. Müslüman olunca ailesinin boykotuna maruz kalmış, maddî sıkıntılar çekmiştir. Öyle ki derisi buruş buruş olmuştur. Ayrıca ondaki İslâm aşkını bu sıkıntılar sarsmamıştır. Rasûlullah (s.a.s.) Akabe biatından sonra, daha hicret etmeden, İslâm'ı yaymak ve namaz kıldırmak üzere Medîne'ye göndermiştir. Medîneli müşriklere hep Kur'ân okuyarak teblîğde bulunduğu için kerdinsine mukri' (ve kaarî') denmişti.



Mus'ab (r.a.), Rasûlullah'ın rikkate gelerek gözlerinden yaşlar boşanmasına sebep olan maddi sıkıntı içerisinde, İslâm'a hizmete yılmadan devam etmiş, Uhud savaşında şehîd olduğu zaman, vücudunu örtecek kefen bile bulunamamıştır. Kıyamet günü huzur-u İlâhî'de tam bir şeref hil'ati yerine geçecek olan üzerindeki o yamalı elbisesi ile başı örtülmüş, ayakları da izhir otuyla kapatılmış öylece defnedilmişti. Habbâb (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) ile berâber hicret ettik. Sırf Allah'ın rızasını düşünüyorduk. Bizim ücretlerimizi Allah verecekti. Bir kısmımız ücretinden hiç bir şey yemeden öldü. Bazılarımızın da (daha dünyada) meyveleri olgunlaştı ve topladı. Mus'ab İbnu Umeyr, geride tek elbiseden başka hiçbir şey bırakmadan öldü. (Uhud'da öldüğü zaman) bu elbise ile başını örttüğümüz vakit ayakları açılıyordu, onunla ayağını örtsek başı açılıyordu. Rasûlullah: "(Elbisesiyle) başını örtün, ayağına da izhir otu koyun" diye emretti."



Rasûlullah, bu hadiste maddî bolluğun, dînî gayret ve ibâdette hassasiyet getirmeyip, her hususta rehâvet ve gevşekliğe sebep olacağını ders vermektedir. İslâm cemiyetini, maddi darlık değil, bilâkis bolluk ve rehâvetin yıkıma götüreceğini Hz. Peygamber pek çok hadislerinde beyan etmiştir. Tarih, medeniyetler kuran toplumların hep maddi refahın zirvesine ulaştıktan sonra gerilemeye ve yıkıma gittiklerini gösterir. Günümüzde bile, toplumsal çöküşlerin göstergesi kabul edilen içki ve uyuşturucu salgınına ve çeşitli cinsi sapıklıkların yaygınlık kazanmasına hep zengin ve müreffeh toplumlarda rastlamaktayız.



Ebû Ümâme İbnu Sa'lebe el-Ensârî (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'ın yanında dünyayı zikretmişlerdi. Buyurdular ki: "Duymuyor musunuz, işitmiyor musunuz? Mütevâzi/sade giyinmek îmandandır, mütevâzi giyinmek imandandır!" (Ebû Dâvud, Tereccül 1, hadis no: 4161; İbn Mâce, Zühd 22, h. no: 4118)



Rasûlullah (s.a.s.) bu hadislerinde mü'mine sâde ve mütevâzi giyinmeyi tavsiye etmektedir. Dünyada söz edilen bir sohbette te'kîdli bir üslubla kılık kıyafette sadeliğin tavsiye edilmesi, giyimin "dünya"ya ait bir keyfiyet olduğunu gösterir. Kılık kıyafette, günümüzde olduğu gibi, bir moda yarışı ile, eskimeden elbise atmanın dînen te'yîd edilen bir yönü yoktur. Tevâzu ve sâdelik esastır, ancak bunu "sünepelik" olarak da anlamamak gerekir; maddî gelire uygun olarak giyinmeyi dînimiz câiz görmüştür. Ama, özellikle İslâm düşmanlarının, yahûdilerin keselerini dolduracak şekilde, onların reklâmlarının etkisinde kalarak markalarını tâkip etmek, hele üzerindeki giyecek ile onların bedava reklâmını yapmak, israf yanında ekstra başka günahlara da sebep olacaktır. İmkân sahiplerinin sabah bir çeşit, akşam bir başka çeşit giyme havasına girmeleri toplumun ekonomik hayatında birkısım sıkıntılara sebep olacak, ahlakî ve dînî hayatta da bunun akisleri görülecektir. O yüzden, imkân sahiplerinin de böyle menfi durumların çıkabileceğini düşünerek, buna meydan vermemek düşüncesiyle tevâzu ve sâdeliği tercîh etmeleri dinin tavsiye ettiği sırât-ı müstakîm olmaktadır.



"Rasûlullah (s.a.s.)’ın yanında bir adamın çok ibâdet ettiğinden, bir diğerinin de verâ sahibi olduğundan bahsedilmişti. Efendimiz: "Verâ'ya denk olacak onunla tartılabilecek bir şey yoktur!" buyurdu." (Tirmizî, Kıyâmet 61, hadis no: 2521) (Verâ: Haramlardan, harama benzeyen şeylerden, şüpheli şeylerden kaçınmak mânasına gelir.)



Gazâlî, verâ'yı harama vesîle olabilir endişesiyle bazı helâl şeyleri (şüpheli şeyleri) de terketmek olarak târif eder. Önceki hadiste geçtiği üzere, zengin kimsenin helâl olduğu halde lüks ve pahalı giyinmeyi terkedip, tevâzu ifâde eden sade giyinmesi verâ'dır. Bu hal, sadece giyim kuşamla ilgili değildir; mesken, yiyecek, binecek, konuşma gibi her çeşit aslî ve gayr-ı aslî ihtiyaçlar için de sözkonusudur.



"Kişi mahzurlu/sakıncalı olan şeyden korkarak mahzursuz olanı terketmedikçe gerçek takvaya ulaşamaz." (Tirmizî, Kıyâmet 20, (2453). Bu hadiste, helâl bile olsa, gereksiz ve fazla olan kısmın bırakılmasına emir vardır. Mü'min, "haram değildir" diyerek, veya "helâldir" diye lüzumu olmayan şeylere yer vermemelidir. Bu "helâl"i Rasûlullah (s.a.s.), özel olarak bir konuya bağlamamış, mutlak bırakmıştır; öyleyse, hayatımızı ilgilendiren her şey olabilir: Yeme, içme, konuşma, giyme, ziyâret, uyku, harcama vs. Bunların gerekli miktarında kalmak esastır, çükü fazlası haram olabilir veya harama sebep olabilir. Nitekim her çeşit israf yasaklanmıştır. Aslında israf, yasaklanan şeylerde değil, helâl olan şeylerde sözkonusudur. İmam Gazâlî şöyle der: "Helâlin  fazlasıyla meşgul olup ona düşkünlük göstermek, nefsin oburluk ve tuğyânı ve hevânın temerrüd (inatçılık) ve taşkınlığı sebebiyle, kişiyi harama ve mahz-ı isyâna sevkeder. Kim dininde zarardan emin olmak isterse bu hatardan (risk) sakınmalı, helâlin fazlasından kaçınmadır. Ta ki, tümüyle haramdan korunmuş olsun. Herkes için en mükemmel takvâ, din için hiç bir zararı olmayan şeyin tercihidir.