Miskîn; Anlam ve Mâhiyeti

Miskîn: Hiçbir mal ve gelire sahip olmayan yoksul demektir. Miskîn kelimesi; Arapça'da hareket edemeyen anlamına gelir; Çoğulu mesâkîndir. Bu ölçüdeki yoksulluk ve ihtiyaç, kişiyi çökertip bilinçsiz, hareketsiz ve çaresiz bir duruma getirdiğinden, böylesi düşkünlere miskin denilmiştir. Bu nedenle miskin ile fakir arasında önemli bir fark vardır. Fakir, geliri ihtiyaçlarını karşılamayan kişi iken, miskin geliri hiç olmayan kimsedir. Kelimenin halk arasında uyuşuk, tembel, zavallı gibi anlamlar kazanmasına karşılık Kur'an'da ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hadislerinde kendini Allah yoluna adama, onurluluk, dilenmeme, özveri, durumunu başkalarına bildirmekten utanma gibi erdemler, miskinin nitelikleri arasında sayılır.



Hz. Peygamber (s.a.s.), Buhârî ve Müslim'in aktardıkları iki hadisinde miskinin eksiksiz bir tanımını yapar. Buna göre miskin kendini bir-iki hurmanın, bir-iki lokmanın geri çevirdiği dilenen bir insan değildir. Miskin, ihtiyaç içerisinde bulunduğu halde istemeyen, durumu halk tarafından bilinmediği için yardım edilmeyen, iffet ve nezâfet sahibi mü'mindir (Buhârî, Zekât, 53, Tefsir, Bakara 48; Müslim, Zekât 102, hadis no: 1039). Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bu tanımı, Kur'an'ın yardım edilmesini buyurduğu yoksullara ilişkin tanımı ile aynıdır. Bu konuda Kur'an şöyle buyurur:



"Verin o yoksullara ki Allah yolunda kapanmışlardır. Şuraya buraya dolaşamazlar. İstemekten çekindikleri için bilmeyen onları zengin zanneder. Onları sîmâlarından tanırsın, halkı bîzâr etmezler" (2/Bakara, 273).



Miskinlerin ihtiyaçlarının karşılanması zengin müslümanlar için zorunlu bir görevdir. Çünkü "mallarında sail/isteyen ve mahrum için bir hak" vardır (51/Zâriyât, 19). Bu nedenle bu hakkın yerine getirilmesine ilişkin; "Yakınına, miskine, yolcuya hakkını ver" (17/İsrâ, 26; 30/Rûm, 38) buyruğu iki kez tekrar edilir. İslâm'ın insana verdiği değeri, toplumsal dayanışma ve yardımlaşmanın önemini gösteren bu görev, Kur'an'da sık sık Allah'a iman ve kulluk, şirkten kaçınma buyruklarının hemen arkasından anılır:



"Allah'a kulluk edin, O'na birşeyi ortak koşmayın. Anne-babaya, yakınlara, yetimlere, miskinlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve elinizin altında bulunan kimselere iyilik edin" (4/Nisâ, 36).



İslâm'ın öngördüğü iyilik (birr) ancak imanla birlikte, ihtiyaç içindeki insanlara yardımla tamamlanır. Bu yardım keyfi ve sıradan bir davranış değil; iman esaslarından sonra, ancak,  namaz, zekât ve ahde vefâdan önce anılacak denli önemli, takvâ ve doğruluğun gereği olan bir görevdir:



"İyi (sâlih) olanlar Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitab'a, peygamberlere iman edip, yakınlara, yetimlere, miskinlere, yolculara, dilenenlere ve esirler uğrunda mal veren, namaz kılan, zekât veren, anlaştıklarında ahidlerine vefâ gösterenler, sıkıntı ve hastalık hallerinde ve savaşın şiddetli zamanında sabredenlerdir. İşte sâdıklar bunlar, muttakîler bunlardır" (2/Bakara, 177).



Miskinlere yardım, yalnız İslâm şerîatına özgü değil, tüm ümmetlerin yerine getirmekle, yükümlü oldukları değişmez bir görevdir. Nitekim İsrailoğullarından da bu konuda söz alınmıştır:



"İsrâiloğullarından, Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anne-babaya, yakınlara, yetimlere, miskinlere, iyilik edin, insanlarla güzel konuşun, namazı kılın, zekâtı verin, diye söz almıştık" (2/Bakara, 83).



Miskinlere yardım görevi daha çok infak kapsamı içinde değerlendirilir. Bu nedenle görevin yerine getirilmesi konusunda hukukî yaptırımlar getirilmez. Ne var ki, bu hakkın hiç değilse asgarî ölçülerde yerine getirilmesini sağlayacak özel uygulama ve kurallar getirilir. Zekât bunlardan birisidir. Zekâtın harcama alanlarından birisini miskinler oluşturur (9/Tevbe, 60). Savaş sırasında elde edilen ganimetlerin beşte birinin (humus) hak sahiplerinden birisi de miskinlerdir (8/Enfâl, 41). Yemin keffâreti (5/Mâide, 89), ihramlı iken avlanma ile ilgili keffâret (5/Mâide, 95) ve oruca güç yetiremeyenlerin vereceği fidye (2/Bakara, 184) gibi uygulamalarda miskinlerin doyurulması öngörülür. Mirasın bölüşülmesinde hazır bulunan miskine bir pay verilmesi de Kur'an'ın öngördüğü güzel bir davranıştır (4/Nisâ, 8).



Miskinlere yardımın infak kapsamı içinde değerlendirilmesi, örneğin zekât gibi yaptırımlar uygulanmaması, bu görevin keyfiliğini göstermez. Miskinlere ve diğer muhtaçlara yardım, imanın bir işaretidir. Kişi, iman ettiğine ilişkin sözünü ancak bu tür davranışlarla gösterebilir. Bu nedenle, bu yoldaki harcamalara sözün doğrulanması anlamında sadaka adı verilmiştir. Kaldı ki İslâm'ın asıl yaptırımları âhiret hayatına ilişkindir. Kur'an'ın Cehennemliklerle ilgili açıklamalarında, Allah'a imandan sonra miskinlere yardımdan kaçınmaları bunların başka özellikleri olarak verilir. Bu insanların dünyada da çeşitli biçimlerde cezalandırılacakları örneklerle anlatılır.



Kur'an, mü'minlere, işledikleri bir hata yüzünden yakınlarına ve miskinlere yardım etmemek üzere yemin etmemelerini, bağışlayıp geçmelerini buyurur (24/Nûr, 22). Bu âyet Hz. Ebu Bekr'in Hz. Âişe'ye atılan iftiraya katılan bir yakınına bir daha yardım etmeyeceğine dâir yemin etmesi üzerine gelmiştir. Âyetin gelişinden sonra Hz. Ebu Bekr tutumunu değiştirerek sözkonusu yakınına yardımlarını sürdürmüştür. Bu olay, böylesine büyük bir suça rağmen miskinlere yardımın kesilmemesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Çünkü hukukî bir yaptırım olmasa bile, miskinlere yardım etmemek hem bu dünyada, hem de âhirette cezâyı, azâbı gerektiren bir davranıştır.



Kur'an, yardım edecek güce sahip oldukları halde yoksullara, miskinlere yardım etmeyen kişilerin başına dünyada gelebilecek belâları, bir bahçenin sahiplerinin başlarına gelenlerin hikâyesiyle örneklendirir. Buna göre meyvelerini toplayacak olan bahçe sahipleri, sırf miskin kişiler yanlarına gelmesin diye çok erken saatte bahçelerine giderler. Bunlar miskinlere bir şey vermek istemedikleri gibi, her şeyin Allah'ın gücü ve irâdesi ile olup bittiğinin de bilincinde değildirler. Bu nedenle Allah, gece bir salgın göndcrerek bahçeyi kapkara kestirir. Sahipleri bahçeye vardıklarında, gördüklerinden büyük bir şaşkınlığa düşerek yollarını şaşırdıklarını sanırlar. Ama sonunda azgınlıklarını itiraf etmek zorunda kalırlar. Kur'an bu küçük kıssayı "İşte azab böyledir, ama âhiret azâbı daha büyüktür; keşke bilseler" (68/Kalem, 17-33) buyurarak bitirir.



Şüphesiz Cehennem azâbı dünyadaki belâ ve azapla karşılaştırılamayacak kadar büyük ve süreklidir. Bu azâbın en önemli nedenlerinden birisi ise, miskinlere yardım etmemektir. Kur'an bu gerçeği değişik biçimlerde birçok kez ifade ederek insanları uyarır. Sözgelimi kitabı sol elinden verilen, zincirlere vurularak Cehenneme atılan kişinin suçu şöyle belirtilir:



"Çünkü o Allah'a inanmazdı, miskinin yiyeceği ile ilgilenmezdi" (69/Haakka, 33-34).



Cehennem içinde bulunanlar da "Sizi bu yakıcı azaba sürükleyen nedir?" sorusuna şu karşılığı verirler:



"Namaz kılanlardan değildik. Miskini doyurmuyorduk. Bâtıla dalanlarla biz de dalardık. Cezâ gününü yalanlardık. Ölüm bize bu haldeyken geldi" (74/Müddessir, 42-47).



Birtakım davranışlar vardır ki, bunlar kişiyi âhirette azaptan kurtulanlardan birisi durumuna getirir. Kur'an bu davranışları akabe (zor geçit) olarak tanımlar. Akabe'yi aşamayanlar her yönden ateşle kızartılacaklardır. İnsanı bu zor geçitten geçirecek davranışlar ise...



"Bir köle ve esir âzâd etmek, yahut açlık gününde yakını olan öksüzü, yahut toprağa serilmiş bir miskini doyurmaktır. Sonra inanıp birbirlerine sabır tavsiye edenlerden, merhametlilerden olmayı tavsiye edenlerden olmaktır" (90/Beled, 11-20).



Çünkü miskine yardımcı olmama, onu doyurmama, dinin yalanlanması anlamına gelir (107/Mâûn, 3). Bu nedenle, Kur'an, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, cihadla eş değerde bir davranış saydığı miskinlere yardım konusunda (Ebû Hureyre, Sahihayn) mü'minleri özellikle uyarır:



"Miskini doyurma konusunda birbirinizi teşvik etmiyorsunuz" (91/Şemş, 18).



Daha sonra Kur'an şöyle sürdürür uyarısını:



"Ama yer sarsılıp parçalandığı zaman, melekler sıra sıra dizilip Rabbinin buyruğu gelince, o gün, Cehennem ortaya konur. O gün insan öğüt almaya çalışır ama, artık öğütten ona ne?" (91/Şems, 21-23)[24]



"(Hakiki) miskîn (yoksul), kapı kapı dolaşırken verilen bir iki lokmanın veya bir iki hurmanın geri çevirdiği kimse değildir. Fakat gerçek miskîn, ihtiyacını giderecek bir şey bulamayan ve halini anlayıp kendisine tasaddukta bulunacak biri çıkmayan, (buna rağmen) kalkıp halktan birşey istemeyen kimsedir." (Buhârî, Zekât, 53, Tefsir, Bakara 48; Müslim, Zekât 102, hadis no: 1039; Muvattâ, Sıfatu'n-Nebiyy 7, -2, 923-; Ebû Dâvud, Zekât 23, h. no: 1631, 1632; Nesaî, Zekât 76 -5, 85-)



Bu hadis, Kur'an-ı Kerimde, kendisine zekât verilecekler bahsinde (9/Tevbe, 60) zikri geçen miskini açıklamaktadır. Miskin kelimesi kısaca fakir demektir. Bu kelimenin örfî mânası izafîdir, herkesçe kabul edilmiş kesin bir ölçüsü ve tarifi yoktur. Öyleyse, şer'î ölçünün belirtilmesi gerekmektedir. Peygamberimiz, bu hadisinde bu meseleyi  ele almakta, kapı kapı dolaşanların hakiki  fakir olmadıklarını belirtmekte, insanlara halini açamayan gerçek fakirlerin araştırılması gereğine irşad buyurmaktadır. Bazı âlimler, kapı kapı dolaşanların şer'î mânâda miskin olmadığını söyler ve "Çünkü derler, böyle birisi yiyeceğini tahsile muktedirdir." Öyleyse hadis, muzdar kalmadıkça, kapı  kapı dolaşanları zemmetmektedir. Tîbî, hadisten "Bu kimselerin zekâta müstehak olmaları gerektiği" hükmünü çıkarır. Ancak bazı âlimler: "Murad, onların müstehak olmalarını nefyetmek değil, gerçek fakirliğin bu bilinen fakirliğin dışında olduğunu ve onların zekâta müstehak olduklarını takrirdir" demiştir. Hadisle ilgili olarak Nevevî de şunları söyler: Hadisin mânâsı şudur: "Sadakaya   ehakk ve ona muhtaç olan kâmil mânâdaki fakir, miskin, kapıları dolaşanlar değildir. Hadis böylelerinden fakirliği nefyetmiyor, kâmil mânâda fakirliği reddediyor." Âyet-i kerimede Cenâb-ı Hak da gerçek fakirleri, iffetinden  insanlara açamayan ihtiyaç sahipleri olarak tanıtır:



"Sadakalar kendilerini Allah yolunda hizmete adamış fakirler içindir ki, onlar yeryüzünde dolaşıp hayatlarını kazanmaya fırsat bulamazlar. Onların hallerini bilmeyen kimse, istemekten çekindikleri için, onları zengin sanır. Ey Habibim, sen onları yüzlerinden tanırsın. Yoksa onlar insanlardan ısrarla birşey istemezler..." (2/Bakara, 173).



Şu halde âyet ve hadis, gerçek mânada fakirlik için iki  şart beyan etmiş olmaktadır:



1) Zengin olmamak,



2) İffet sebebiyle ihtiyacını kimseye açmadığı için zengin zannıyla halk tarafından fakirliği bilinmemek.



Başta Şâfiî  bir kısım âlimler, bu delilden hareketle, fakir ve miskin arasında bir fark görürler ve derler ki: "Fakirin hali miskinden daha kötüdür. Miskin, birşeyleri olan fakat kendisine  kâfi gelmeyen kimsedir. Fakir ise, hiçbir şeyi olmayan kimsedir." Bu açıklamaya şu âyetten de delil gösterilmiştir: "Gemiye gelince o, denizde çalışan miskinlere âitti" (18/Kehf, 79). Âyette, içinde çalıştıkları gemileri olduğu halde, birkısım insanlar miskin diye yadedilmiştir. Ebû Hanife ve diğer birkısım âlimlere göre tam tersine miskin, fakire nazaran durumu daha kötü olan kimsedir. Bunların  delili,  "veya toprağa atılmış bir miskine" (90/Beled, 16) âyetidir. Bunlara göre miskin, toprağa çıplaklık sebebiyle atılmıştır. İbnu'l-Kasım ve Ashab-ı Mâlik: "Fakir ve miskinin aralarında bir fark yoktur, ikisi de hâlen birbirlerine müsâvîdir" demiştir. Böyle hükmedenlere göre: "Meskenet (miskinlik) fakrın ayrılmaz vasfıdır ama, zillet ve alçaklık mânâsına  gelmez. Zîra, öyle miskin vardır ki, nefis zenginliği sebebiyle büyük krallardan daha izzetlidir. Öyleyse miskinin mânâsı, dünyevî ihtiyaçlarını teminde âciz kimse demektir. Âciz kimse, ihtiyaçlarını temine kalkamaz, yerinde sâkin kalır." Böylece miskin kelimesinin "oturup duran" demek olan sâkin kelimesinden geldiği ifade edilmektedir.