D - İslam Beden Gücünü Haps Etmez Zapteder, Durdurmaz Yürütür, Öldürmez Eğitir.

Bütün bu sebeplerden dolayı İslam, insanı şehvet ve arzularına, nefsinin dizginlerini zabt edemiyeceği bir uçuruma sürüklemez...



Bilakis, her türlü şehevi arzularını ve İslamın ruhuna aykırı isteklerini zabt-u rabt altına alarak, terbiye der, nizam ve intizama sokar.



Yalnız bunu yaparken, insanın bu çeşit duygularını içine hapsedip hayat sehnesinden kaldırmaz.



Zira, inçine dönüklük, İslam’ın fikriyat ve hayat programına aykırıdır.



O’nun zihniyeti ve çizili programı, insancıl varlığını bütün özellik ve güçleri ile birlikte ele almak ve bütün bunları hayatın heflerini gerçekleştirmek uğrunda kullanmaktır.



O’nun zihniyet ve programı, Alah’ın yarattığı fıtrat uyarınca görevlerini yerine egetirdikleri müddetçe bütün güçlere hürmet göstermektir.



İslam prensibinin getirdiği bu anlayışın ışığı altında, ne herhangi bir gücü insanın iç dünyasına hapsedip hayat sahnesinden kaldırmanın yeri; nede hayati güçlere karşı savaşmanın aslı astarı vardır.



Öyle ya, nasıl olur da İsalam, hedeflerini gerçekleştirmek için şiddetle muhtac olduğu bu güçleri insanın iç alemine gömer?!..



Allah yolunda çetin birsavaşa girişme görevini üzerine alacak olan güçlü ve sağlam bir vücuda muhtaç olduğu halde, yeme içme arzusunu nasıl frenleyebilir?!..



Dünyanın dört bucağında İslam fikrini yayacak olan dürüst ve kalabalık bir nesle şiddetle muhtaç olduğu halde nasıl olurda cinsel arzuyu engeller?!..



İnsanın yeryüzünde halifelik ve imar görevlerinin altından başarı ile kalkabilmesi için şiddetle muhtaç olduğu (İŞ ve VERİM) i garanti eden biricik çare sevgi olduğu halde, insanın nefsine karşı gücen ve sevgisini nasıl frenler?!..



Yer yüzündeki şer kuvvetlerle sürekli bir harp halinde, dolayısıyla insanların mücadele gücünü devamlı olarak desteklemeye muhtaç olduğu halde, nasıl olurda savaş gücü frenleyebilir?!..



Evet İslam, hayati ve fıtri güçleri asla insanın iç alemine haps ederek durdurmaz, ve onları köklerinden söküp atmaz.. Çünkü o, ne hayattan elini eteğini çeker, ne ruhbanlık taslar ve nede olan gerçeği bırakıp hayaller içinde yaşar, Tamamen aksine, büyük bir titizlik gösterir.



Cenab-ı Hakk’ın, yeryüzünde var olan hiçbir şeyi zabt-u rabtsız, frensiz dümensiz göndermediği muhakkaktır. Çünkü, karşılığında zaptedici bir kuvvet olmadan bir şeyin yaratılmış olması insanın fıtratını bozacaktır.



Zapt-u rapt altında tutmak ve iç aleme haps edip yok olmaya mahkum etmek -her ne- kadar engelleme ve frenleme bakımından birbirine benziyorsada, bunlar birbirinin aynı değil, ayrı ayrı şeylerdir.



Hayatını hertürlü arzu ve düşkünlüklerden geri durmanın, bir içe dönüklük ve bir üzüntü kaynağından başka birşey olmadığına insanları inandırmaya kadar varan, içe kapanma ve iş karşısında ruhi düğümlenme konularını incelemekle geçiren Freud,”THREECONTRIBUTIONSTOTHESEXUAL THEORY” adlı kitabının 82. sayfasında şöyle diyor: (Bu şuur dışı içe kapanıklıkla, tabii bir işi yapmaktan geri durmak arasında büyük fark vardır. Zira, bir işi yapmamak, yalnız o işi yerine getirmeyi sağlayacak hareketten geri durmaktan ibarettir.)



Şu halde, içe dönüklük, yapıcı, tutucu ve maksatlı olarak tabii bir işin yapılmaması demek değil; tabii etkenin kirletilip atılması; insanın, vücudu ile ruhu arasında bir bağ kurarak bu etkenin varlığını hissetme hakkına sahip olduğunu kabul etmemesi ya da hatırına getirmemesi demektir.



İslam’da asla böyle bir anlayışa yer yoktur. Fıtri etkenin, insanın bünyesinde var olan ve onu süsleyen bir güç olduğu fikri daha önce geçmişti. islama göre, değil bu etken ya da güven insanlar tarafından bir kenara itilmesi, üstelik, insanlar bir de bu etkene katılmaya çağırılmakta ve katılışlarındaki başarı oranında da mükalafat kazanmaktadırlar!...



İnsanlardaki güç ve etkenleri zapt-u rapt altına alma meselesine gelince, bu, güç ve etkenleri zapt-u rapt altına alma meselesine gelince, bu, başka bir koruyucu güçtür,ve yukarda da açıkladığımıza benzer bir tarzda yürüyerek ulaşır. Zira, insanın varlığını hissedip durduğu şuur, ne insanın bünyesinde yer alan bir pisliktir, nede nefsine karşı koymak yada işin tamamının değilse bir kısmının yapılmaması için dirinmektir. Bu karşı çıkışındaşüphesiz birsebebi vardır. O da, ferdi veya toplumsal yapının zayıflayarak yok olup gitmektin korunması zorunluğundan doğmaktadır.



Ben açım, birşeyler yemek benim tabii hakkım, yemek yemeye karşı arzu duymakta herhangi bir ayıp da yoktur. Zira, acıktığım ve yediğim zaman ne insanlığımı kaybetmiş olurum, ne nefsime karşı olan saygıma herhangi bir zarar getirmiş, nede insanların bana karşı olan saygılarını düşürecek bir davranışta bulunmuş olurum. Ama, bu demek değildirki, patlayana kadar yiyeyim... Zira, haddinden fazla yemek mideyi bozacak, bedeni ve ruhi varlıklarımı alt-üst edecek, aşırı yemeye devam edecek olursam, beni doymak nedir bilmeyen sürekli bir oburluğa sürükleylecektir.



Bu demek değildir ki,ağacın toprağa dikilip, topraktaki tüm besinleri kökleriyle sömürüşü şeklinde - iki elimi birden yemeğe daldırıp, açlıktan ölüyormuş gibi yutup durayım. Zira, hayvanlar böyle yaparlar, ben ise hayvan değil, insanım. Hayvan, yaratılışındaki tabii etken üzerinde söz sahibi değildir; hilkatinde var olan yönden başka bir yön tutturmasına imkan yoktur. Ben ise, takip edeceğim hayat tarzında tasarrufa ve söz hakkına sahibim. Herhangi bir şeyi, istersem veya bir ihtiyaç beni buna zorlarsa geri bırakabilir yada bu konuda gidişat şeklimi değiştirebilirim. Hayvanlar gibi hep yutmak yolunu da tutabilirim; bir şeyi yaparken, onu ele alış ve düzenleyişte en güzel şekilde seçebilirim.



Bu demek değildir ki, yemek için şerefimi ayaklar altına alayım. Madem ki bende bir çekinme ve egeri durma gücü vardır, o halde, artık ne bir lokma ekmek için alçalırım, ne kimseye yaranırım, ne münafıklık ederim, ne dalavereye, nede haram kazanca baş vururum. en iyisi içerisinde aynı zamanda yemeyi de bulabileceğim izzet ve şeref yolunu arar bulurum.



Bu demek değildir ki, yemek için yaşayayım. Oysa ki hayatın bunun dışında gerçekleştirilmeye değer pek çok hedefleri vardır. Sonra yemek aslında hedef de değil; hedefe ulaşmak ve yaşayabilmek için kullanılan bir vasıtadan başka birşey değildir ki, onu kafama bir hedef olarak yerleştireyim de, vasıtayı gaye haline getirip, bütün ihtimamımı yemek üzerine teksif ederek - sanki hayatta yapılacak tek iş yemekmiş gibibu konuda enva-i çeşit sanatlar icra edeyim ve bulacağım yemek çeşitleri ile ziftlenip durayım...



Bu demek değildir ki, yalnız başıma yiyeyimde, bir lokma ekmekten mahrum kimseleri unutayım. Oysa ki onlar benim en azından İnsanlık - Kardeşimdirler. Ben ve onlar sıkıntı  ve bollukta ortağız. Hayır ve iyilik şirketinin üyeleriyiz. Ben bu yiyeceği helal olan malımdan temin etmişim ama, onu etrafımda aç ve mahrum kimseler varken tümü ile sadece kendime hasredip helal sayamam. Hiç şüphesiz ki bu nimetten bir parçasını kendim koparıp yerkenbenimle birlikte başkalarıda yiyeceklerdir.



İnsanla nefsi arasındaki muhavere böyle, bir kerre ebnay-ı cinsini muhafaza, çok kerrede bu yönde alışkanlık sağlama konuları üzerinde geçer. Bütün bunlar yeme içme arzusunu zapt-u rapt altına alan şeylerdir. Bunlarda eli kolu bağlayan, duyguları içe haps eden ve yemeyi yasaklaylanl lhiçbir taraf yoktur.



İnsanla nefsi arasında cereyan eden bu muhavere, tutuculuk ve alışkanlık üzerine kurulu olunca, yemeden duyulan lezzet insanı katiyyen bozmayacaktır. Nefis-insan muhaveresinde görülen hususlarda yemenin tadını kaçıracak şey ne olabilir?!.. insanın zaman zaman önce mevcut olmayan yeni yeni lezzetleri bulacağı; duyusal, kimyasal, asabi ve maddi lezzetlerdende faydalanacağı muhakkaktır, ama, buna birde nefis ve ruhla ilgili lezzetleri ekleyecektir. Yemeğe tadanma ve hayvan gibi yutup durmanın üstünde olan insanlığını hissetmeyi maddi lezzete katacaktır. Yaratılış etkeni karşısında hür olan seçme duygusunun tadını da bu lezzete ilave edecektir. Zira seçme duygusu insana,bünyesinde taşıdığı binbir güç ve varlıkları hisettirecektir. O’na, kendisinin var olduğunu duyuracaktır. Ne kadar seçebiliyorsa o kadar var olduğunu, var oluşunun seçme ile doğru orantı teşkil ettiğini algılayacaktır. Beş duyuyu ilgilendiren lezzet, insanın ebnay-ı cinsi ile olan vicdani ortaklığını hissetmesinden doğan lezzeti de katacaktır. İnsana - yiyeceğini kazanma ve zekatını verme konusunda - Allah uğrunda temizlendiği, O’nun lutuf ve nimet sahasında yaşadığı ve rızasını gözettiği duygusunu vermekle maddi zevke ruhi katkıyıda ekleyecektir.



Bütün bunlar, üzerinde hiçbir noksanlık yapılmamış olan duyusal zevk ve lezzete katılan ilavelerdir. Allah’ın bağışlamış olduğu bütün bu nimetlerden kim vazgeçip toprağa saplanır kalır; kim bunca bağışları terkederde kendini hayvana ait metaa hasreder?!..