Dâr Tanımlarına Yeniden Bakmak:

        



Sözlük anlamından hareketle İslâm hukukunun hakim olmadığı bütün ülkelere ‘dâru’l harb’ demek mümkündür. Zaten İslâm bilginleri de bunu ısrarlı bir şekilde vurgulayarak ‘daru’l harb’ nitelemesinin yanlızca fiilí savaş olmadığını söylerler. ‘Daru’l harb’ deyimi, fiilí savaş durumunu da kapsamak üzere müslümanların hakimiyetinde olmayan ülkeleri tanımlamak üzere kullanılan bir teknik terimdir. Ancak bazıları bunu savaş olmasa bile savaş hali varmış, müslümanlarla gayri müslimlerin ilişkisi hep harb halidir diye anlamak istiyorlar. Bu nedenle bu tanımı yalnızca müslümanlarla gayri müslimlerin savaş halinde oldukları ülkeler hakkında kullanmanın İslâmın hedefleri ve bugünkü dünya gerçekleri açısından daha doğru olacağını düşünüyoruz.



Günümüz dünyasında bu kavramların yeniden değerlendirilmesinin faydasına inanıyoruz. Dünya giderek büyük bir kent haline almaktadır. Farklı dinlere inanan insanlar artık içiçe, birarada yaşamak zorundalar. Hayat şartları onları buna zorluyor. Müslümanlar, can, mal emniyetinin sağlandığı, özgürlüklerin verildiği, insan haklarının az çok sağlandığı beldeleri ‘dâru’s sulh, dâru’l ahd’ saymalı ve  bu gibi yerlerde de İslâma uygun yaşamanın imkanlarını aramalılar. Ya da müslümanların çoğunlukta oldukları ülkeleri gerçek İslâm beldeleri yaparak insanlık için örnek olabilecek toplum ve yönetim kurmak üzere  çaba sarfetmeleri lazımdır.



Ayrıca bu gibi kavramları  kendi mantığı ile anlamak gerekiyor. Müslüman ülkelerin anlaşmalı olduğu ülkelerde yaşayan müslümanlara artık; “dârü’l harb’te yaşıyorlar, onlarla gayri müslimler arasında harb hukuku geçerlidir; gayri müslimlerin malları ellerinden haksız yere alınabilir, faizin her türlüsü caizdir, cuma namazı  kılınmasa da olur”, diyebilir miyiz?



Bizce bütün bu gibi sorulara ‘evet’ demek zordur. Bu hem İslâm hukukunun ülkeleri böyle nitelemesinin inceliğini yeterince anlamamak, hem de günümüz gerçekleri karşısında müslümanların işini yokuşa sürmektir. Unutmamak gerekir ki İslâm ve onun geliştirdiği fıkıh zenginliği geçmişte kalan bir kültür değil, her zaman ve her yerde  yaşanabilir bir hayat sistemidir. İslâm’da olmayan bir şeyi ‘bu İslâm’ın emridir’ deyip te onun yaşanmasını zorlaştırmaya ve onun yanlış tanınmasına sebep olmaya kimsenin hakkı yoktur. Müslümanlar, etraflarında yaşayan insanlara İslâm’ın güzelliklerini göstererek onların gönüllerini fethetmek ve yaşadıkları çevreleri ‘dâru’s sulh-barış yurdu’ yapmak görevindedirler. [67] 



İçinde yaşadığımız toplumda vatan ve vatandaşlık tâbirlerini herkes bilir. Namaz kılan kimseler vatan-ı aslî, vatan-ı ikâmet ve vatan-ı sefer gibi kavramlara yabancı değildirler. Son yüzyılda vatan kavramı, fıkhî mahiyetinin dışında, yepyeni bir mânâ kazanmıştır. Bu yeni mahiyet, dâr mefhûmuna büyük bir darbe indirmiştir. Dâr, lûgatlarda; "Yerleşme mekânı, belde ve bir kavmin konakladığı, ikamet ettiği yer"[68] anlamında kullanılır. Nitekim Medine için Dâru's-Sünne terkibi meşhurdur.[69] Bütün mûteber kaynaklarda; dâru'l-İslâm, dâru'ş-şirk, dâru'l-küfr, dâru'l-mütegallibe ve dâru'l-harp gibi terkiplere rastlamak mümkündür. Dikkat edilirse terkiplerde hep keyfiyet ön plândadır. Zira mü'min için, yeryüzünün doğusu da, batısı da Allahû Teâla (cc)'ya aittir. Bütün âlemlerin yaratıcısı ve onlar arasındaki nizamın sağlayıcısı kimdir? sualine her mü'min aynı cevabı verir: Elbette Allahû Teâla (cc)'dır.



Kur'ân-ı Kerîm'de: "Bir mü'minin diğer bir mü'mini yanlışlık eseri olmayarak (kasten) öldürmesi yakışmaz. Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse mü'min bir köle azad etmesi ve (ölenin) ailesine teslim edilecek bir diyeti vermesi lâzımdır. Meğer ki onlar (o diyeti) sadaka olarak bağışlamış olsunlar. Eğer (öldürülen) mü'min olmakla beraber, size düşman olan bir kavimden ise, o zaman öldürenin mü'min bir köleyi azad etmesi lâzımdır. Şayed kendileriyle aranızda anlaşma (muahede, musalaha) olan bir kavimden ise, o vakit mirasçılarına bir diyet vermek ve bir mü'min köle azad etmek gerekir. Kim (bunları) bulamazsa, Allahû Teâla (cc) tarafından tevbesinin (kabulü) için, birbiri ardınca iki ay oruç tutması icab eder. Allah her şeyi bilendir, gerçek hüküm ve hikmet sahibidir" (Nisa: 4/98) hükmü beyan buyurulmuştur. İmam-ı Şafıi (rh.a) bu ayeti zikrettikten sonra şunları ifade eder: "Görüldüğü gibi Allahû Teâla (cc), hataen öldürülen bir mü'min için diyet ve bir kölenin azadını emretmiştir. Aramızda muahede bulunan (dârul-musâlaha) kanı, yurdu ve ahdi korunması gerekenlerin durumlarmı da beyan buyurmuştur. Kanı ve dârı masum olmayan, (dâru'l-harpte) yaşayan mümin için ise, diyet yoktur, keffaret vardır. Zira mü'minin kanı iman etmesi sebebiyle korunmuştur."[70]



Resûl-i Ekrem (sav)'ın sünnetinde de dâru'l-İslâm ve dâru'l-harp mefhumlarına rastlıyoruz. "Dârul-İslâm; içinde yaşayanı her türlü tecavüzden korur, dâru'l-harp ise içinde bulunanı mübah kılar"[71] hadisi, insanların zaruri emniyetlerini beyan eder. Dâru'l İslâm; her türlü tecavüzü yasakladığı için, orada bulunan insanların can, mal, nesil, akıl ve din emniyetleri mevcuttur. Dâru'l-harp'te ise, bu emniyetlerden söz etmek mümkün değildir. Resûl-i Ekrem (sav)'in dâru'l-harp'te haddler tatbik edilmez.[72] hadisi, bunun bâriz bir örneğidir. Yine Hz. Mekhûl (rh.a) gibi bir fakihten rivayet edilen: "Dâru'l-harp'te mü'minle harbî arasında faiz yoktur"[73] hadisi, mal emniyeti ve muamele açısından farklılaşmaya işaret etmektedir. Kur'an ve sünnetteki dâru'l-İslâm ve dârul-harp mefhûmlarının mahiyeti, fûkaha tarafından izah edilmiştir. Bilhassa "Siyer" ve "Cihad" bahislerinde mefhumların mahiyeti üzerinde hassasiyetle durulmuştur. İmam-ı Serahsi; "Dâr mefhumu, idare ve hakimiyete göre mahiyet kazanır. Müslümanların hakimiyeti altında olan ve İslâm ahkâmının tatbik edildiği beldeler dâru'1-İslâm; mü'minlerin imamının sultası (hâkimiyeti) altında ve İslâm ahkâmının yürürlükte olduğu beldedir. Dâru'1-harp ise; kâfirlerin reisinin emir ve idaresi altında olan, küfür ahkâmının yürürlükte olduğu ülkedir.”[74] Hanefi fûkahası; bu tariflerde kesinlikle ittifak etmiştir. Tek bir ihtilâf dahi gösterilemez. Fakat "dâru'l-İslâm olan bir ülke, hangi şartlarla dâru'l-harbe dönüşür?" sualine cevap ararken; İmam-ı Azam Ebû Hanife (rh.a) ile İmameyn (İmam-ı Muhammed ve İmam-ı Yusuf) arasında farklı ictihadların bulunduğu bilinmektedir. Şimdi kısaca bunu izah edelim. Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlerle hükmedilen bir İslâm beldesi (dârû'1-İslâm) için üç tehlikeden söz edilebilir: Birincisi: Kâfirler işgal ve istilâ edebilirler. İkincisi: Bir şehir veya bölge halkı topluca irtidat ederek, dârû'l-İslâm’ın içerisindeki bir beldeyi ele geçirebilir. Üçüncüsü: Mü'minlerin emîrine (ulû'lemr'e) zimmet akdi ile bağlı olan gayrımüslimler, bu anlaşmayı bozarak bulundukları beldeyi ele geçirebilir.[75] Bu üç halde de bütün mü'minlerin üzerine cihad farz-ı ayn olur. İmam-ı Azam Ebû Hanife (rh.a)'ye göre; dârû'1-harbe dönüşebilmesi için şu üç şartın tahakkuku gerekir: Birincisi: İçerisinde şirk ahkâmı icrâ edilmelidir. İstilâ altındaki müslümanlar; kendi aralarında şeriat ahkâmından hiçbiri ile hükmedemez duruma gelmelidir. İkincisi: İçerisinde evvelki eman ile nefsi üzere (yani mü'minlerin bey'at, zımmilerin anlaşma sebebiyle) emin bir müslüman veya zımmî kalmamış olmalıdır.[76] İmameyn'in kavline göre, küfür ahkâmının icrası ile birlikte; dârû'l-İslâm olan bir belde, dârû'1-harp haline gelir. Kıyas budur.[77] Ömer Nasûhi Bilmen, İmameyn'in kavlini zikrettikten sonra: "Binaenaleyh hükümdarı (yöneticisi) harbî olan herhangi bir ülke, bir darû'l-harb bulunmuş olur. Velev ki dârû'1-İslâm'a muttasıl olsun. Müftabih (kendisiyle fetva verilen) olan da budur"[78] diyerek, ûlemanın tercihine işaret eder. İmam-ı Malik ve İmam-ı Ahmed b. Hanbel (Allah kendilerinden razı olsun) "Dârû'l-İslâm olan bir belde de, küfür ahkâmının açıktan tatbik edilmesiyle birlikte dârû'l-harb olur" hükmünde müttefiktir!.. İmam-ı Şafii (rh.a)'nin müftâbih kavline göre; dârû'1-İslâm olan bir belde, istilâ ile birlikte dârû'l-harbe dönüşmez. Zira müstevlilerle (ister kâfir, ister mürted olsun) son müslüman şehid düşünceye kadar cihad etmek farz-ı ayn'dır. Cihad devam ettiğine göre, eski hüküm bâki kalır. Çünkü sünnetle sabittir ki "İslâm üstündür, ona üstünlük olamaz!.."



İmam-ı Kasani, İmam-ı Azam Ebû Hanife'nin koyduğu şartları izah ederken şunları zikreder: "Dâr’ın İslâma veya küfre izafesinden maksad, bizzat İslâm'ın, küfrün kendisi değildir. Maksad; emniyet ve korkudur. Eğer bir beldede emniyet mutlak surette müslümanlara, korku da aynı şekilde kâfirlere ait ise orası dârû'l-İslâm'dır. Ancak emniyet (hakimiyetleri sebebiyle) mutlak surette küffâra, korku da müslümanlara ait ise o yer dârû'1-küfürdür, Ahkâmı tatbik etme; emniyet ve korkuya dayanan bir hâdisedir. Bu sebeble emniyet ve korkunun itibara alınması evlâdır."[79]



Şimdi dârû'l-harb olan bir belde, hangi şartlarla dârû'1 İslâm'a dönüşür? sualine cevap arayalım. Hanefi fûkahası: "Dârû'l-harb tek bir şartla dârû'l-İslâm olur. Bu şart da o beldede, İslâm ahkâmının uygulanmasıdır"[80] hükmünde müttefiktir, bu noktada hiçbir ihtilâf yoktur. Molla Hüsrev: "İçinde İslâm ahkâmının tatbik edildiği dâru'1-harp (olan belde) dâru'l-İslâm'a dönüşür. Cum'a ve bayram namazlarının kılınması gibi!.. Her ne kadar o beldenin (dârû'1-harbin) mûkim olan kâfirleri orada kalsalar da, o belde dâru'1-İslâm'a bitişik olmasa da, durum aynıdır"[81] hükmü zikreder. Bilindiği gibi Hanefi fûkahasına göre, "Cum'a ve bayram namazlarının edâsı, İslâm ahkâmının tatbik edildiği şehirlerde, mü'minlerin ûlû'lemirlerinin izniyle edâ edilir. Bu hususta sünnet varid olmuştur" İslâm ahkâmı uygulanınca, o belde de, idare ve hakimiyetin mü'minlere geçtiği sabit olur!.. Bir beldede mü'minler, kendi seçtikleri cum'a imamının değil de, o beldedeki siyasî yönetimin tayin ettiği imamın arkasında cum'a namazı kılıyorlarsa, o siyasî yönetime karşı cihaddan söz edemezler. Zira her ibadet, edâsının şartlarına riayet edilerek kılınır. Cum'a ve bayram namazlarının edâsının şartları, mükellefin dışında aranan şartlardır. O şartların bulunması; idâre ve hakimiyete sahip olduklarının kat'i delilidir. Amelde Hanefi mezhebini taklid eden mü'minler bu hususta dikkatli olmalıdırlar! ..



Türkiye'nin fıkhî durumuna gelince!.. Osmanlı Devleti’nin (saltanatının) yıkılışı ve cumhuriyet'in kuruluşu yıllarında, bu konu tartışılmıştır. Son Osmanlı Şeyhülislâmı Mustafa Sabri Efendi Kitabû'l-İlm ve'l-Akl ve'l-Mâkûl isimli eserinin girişinde: "Kanun bakımından dünya ikiye ayrılır: Dâru'l-İslâm ve dârû'l-harb!.. Dârû'l-İslâm’da İslâm fıkhı hayata hâkimdir, bütün işler Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlere göre tanzim edilir. Orada mü'minler emniyet içerisindedirler ve hâkim durumdadırlar. Dârû'l-harp'te ise İslâm ahkâmı açıktan red olunur ve müslümanlar güvenliklerini yitirirler. Türkiye'de kurulan demokratik-laik cumhuriyet; medenî kanunu kabul etmek suretiyle, İslâm fıkhını yürürlükten kaldırmış ve diğer hususlarda da, Avrupâdan getirilen kanunlarla hükmetmeye başlamıştır. Bu sebeple ikinci kısma (dârû'1-harbe) dahil olmuştur" diyerek bunun fetva olduğunu ilân etmiştir. Prof. Dr. Erol Güngör; Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi'nin, Türkiye Cumhuriyeti kurucularını beğenmediği için, "Türkiye dârû'1-harptir" dediği kanaatindedir.[82] Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de Çağdaş Düşüncenin Tarihi isimli eserinde Mustafa Sabri Efendiyi, "sert kaideci bir tutumla" suçlamaktadır.[83] Üniversite çevrelerinin bu tutumu, son yıllarda, demokrasi ve cumhuriyeti savunan dindar çevrelere de yansımıştır. Zaman zaman: "Efendim, Türkiye dârû'l-harptir diyorlar. Bunlar bozguncu taifedir. Cahillikleri yüzünden İslâma zarar veriyorlar" gibi ilmî olmaktan ziyade hissî çıkışlara rastlanmaktadır. Bilhassa teksir ve küçük broşürler yoluyla yapılan (genellikle de imzasız olan) bu tür açıklamaların ilmî bir değeri yok. Fakat kitap ve sünnette yer alan "dâr" mefhumunun gündeme girmesinde önemi rol oynadıkları inkâr olunamaz.[84]